25 Aralık 2006

...Yazıvermişçesine...

Aslında başka bir şey yazacaktım, ama bunlar çıktı klavyemden. Nasıl oldu bilmiyorum. Hiç de alâkası yoktu bununla o yazmak için oturduğum konunun.... :)

------

Parmak Ucu

Sevdiğin iki kelimeyi sürekli kullanmak gibi hani
Yerli yersiz
Kumun altındaki yengecin sabrı gibi sonra
Ya da bir oğlağın inadı
Sevgilerin de sonu olduğuna inanmak istemezcesine

Bir teke gibi tırmanırken kayalıklara
Dönüp aşağı baktığında
Görürsün
Tüm eziyetlerin,
Zorulukların,
Acıların,
Kederlerin
Aslında ne kadar küçük, uzak ve silik olduklarını

Ve dersin ki

Zamanından önce açmaz çiçekler


Ayşegül Girgin (25 Aralık 2006)

4 Aralık 2006

..Yazıvermişçesine...

Belki bir kırıntı vardı avcunda
Rüzgara kapılıp gitmesinden korktuğun
Ya da koca bir taş gibi, görünürde,
Sağlam, oturmuş yerine, ardına sığınmanı bekleyen
Merak ettin aslında hep,
Bilmek istedin
Yazmak istedin belki
Ve hep haklı çıkmak

Kuralların vardı,
“Hep”lerin ve “asla”ların...
Hesapların vardı,
Ve haritaların...

Ama “veya”ların dünyasıydı bu,
“sonra”ların...
“ve belki”lerin hüküm sürdüğü
“hep”lerin hiç kazanamadığı...

ve sen bunu hiç tahmin etmemiştin

Ayşegül Girgin
4 Aralık 2006

6 Ekim 2006

Bilgisayarda yaptığım ilk resim


İlkokulda karaladığım birkaç Paintbrush örneğini saymazsak, işte bigisayarda yaptığım ilk resim:

(Büyütmek için resme tıklayın)


Evet deniz denize benzemiyor; ama ne demiş Jamie Paolinetti amcam???

"Limitations live only in our minds. But if we use our imaginations, our possibilities become limitless."


Program (Wizardbrush) tam sürüm olmadığı için 23 kez daha kullanma şansım var. Bakalım bu limit içinde adam akıllı bi şeyler karalayabilecek miyim...

Ekleme (17.12.2006) : Kalleş DEMO! 23'e kalmadan, 4. denemeden sonra kapandı. Satın almam gerekiyormuş. E hani 23 hakkım vardı daha????

2 Ekim 2006

:-:-:-:---> ÜÇ BUÇUK YAPRAKLI YONCA ! ! !

EVET! Bilkent'te öğrencilerin bir garip olduğunu biliyorduk zaten; ama suçu derslere ve hocalara atıyorduk. Ve işte şimdi gerçekler su yüzüne çıktı!!!

BİLKENT'İN TAŞI, TOPRAĞI, SUYU, HAVASI BOZUK!!!!


Bugün bulduğum yonca 3 yapraklı değildi. (Ehehe herhalde yani ;)) 3 olsa burda ne işi var?)
İşin ilginci, 4 yapraklı da değildi... 5??? 6??? Yok yok...


Yahu 3.5 yapraklı yonca buldum ben bugün!!!!!

ÜÇ BUÇUUUK!

İnanmayanlar için işte fotoğraflar:



22 Ağustos 2006

.-.-...Çizdim karaladım yine..-.-...

---Ankara’da, anneannemlerdeyim----

Çizgifilmlerden bahsetmişken, bugün oturdum çizgifilmlendim.

Höh? O da ne demek?...

Şey... Bir yerlerden eskiden çok sevdiği çizgi filmlerden birkaçının bazı karakterlerinin resimlerini buldum ve baka baka çizdim. Sonra baktım siyah beyaz pek bi sevimsizler.... Taa orta okuldan kalma sulu boyalarımı buldum anneannemin evinde. Çok sevindim attırmadığım için. Yaz başında anneannemin evindeki odamı düzenlerken annem çok ısrar etmişti: “Çocuk musun yahu!? At artık şu boyaları falan! Ne bunlar böyle?!”

Güç bela kurtarmıştım boyalarımı annemin elinden. “İyi ki yapmışımııııııım” demiş Nil Karaibrahimgil. Ağzına sağlık!

Çizimlerimi paylaşayım bari dedim. Buyrun.


Şey.. yalnız... Böyle küçük görünüyor. Büyütmek için üzerine tıklamanız gerekecek...


20 Ağustos 2006

...Uyusun da büyüsün....





“Nerde bu çizgi filmler?!” dediğim sabahlardan biriydi. Ya yeterince erken kalkmamıştım ya da o kadar saçmalık ve sapkınlığa rağmen koca bir kitle tarafından izlenen ve sohbetlere malzeme olan mide bulandırıcı ‘kadın programları’ gerçekten de televizyon dünyasını esir almış, çizgi filmleri saf dışı bırakmıştı.

Son 1-2 yıldır televizyonda rastladığım çizgi filmleri düşündüm. Hiçbirinin, adını hatırlamak şöyle dursun, karakterlerinin belirgin özellikleri bile gelmedi aklıma. İzlememişim demek ki. İzleyememişim. Belki de midem kaldırmamış. O zaman düşünmüştüm işte: Benim çocukluğumdaki çizgi filmlerle bugünküler çok farklıydı. Bugün hemen hemen hepsinde savaşlar, yarışlar, teknolojik karakterler veçirkin yaratıklar varken ben karikatürize edilmiş aileler, çocuklar, ev hayvanları, şirin yaratıklar ve spor takımları (ve yakışıklı Tusubasa) ile büyümüştüm: Taş Devri, Jetgiller, HollywoodYaramazları, Şeker Kız Candy, Winnie the Pooh, Tom ve Jerry, Heidi (ki sinir olurdum ben o kıza), Varyemez Amca ve Yeğenleri, Sylvestre ve Tweety, Şirinler (evet biraz gıcıklardı ama olsun), Red Kit, Alaaddin ve Cini, DarkWingDuck, Mickey Mouse ve niceleri... Gerçi bir de Ninja Kaplumbağalar, He-Man ve She-Ra gibiler vardı. Evet onlar savaşırlardı, ama yine de çizgilerin bir çekiciliği vardı işte. Bunları düşünürken, 50sine gelmiş bir orta yaşlı gibi, “Aaaah ah! Nerde benim zamanımdaki çizgi filmler?!...” derken buldum kendimi.

Derken, iki hafta kadar önceydi sanırım, babamı Tom ve Jerry izlerken buldum. Ben de oturdum yanına, başladım izlemeye. 2. dakikadan sonra iyice sıkıntı bastı. Bilmiyorum,belki de babamla izliyor olduğum için sıkılmış, zevk alamamıştım; ama galiba artık Tom ve Jerry’nin bana ilginç gelmiyor olma olasılığı daha ağır basıyordu. Aslında belki de sadece artık ezberlemiştim ve sonunda Jerry’nin kazanacağını biliyordum. Tom ne yaparsa yapsın, ister Jerry’i kafese tıkmayı başarsın, ister onu katran ve tüye bulasın, isterse de tren raylarına bağlasın, Jerry nasılsa bir yolunu bulup kurtulacak ve sonunda Tom’a dersini verecekti. Bu Tom’un kaderiydi ve değişmeyecekti. Sonunu bildiğim bir macerayı izlemek de bana o eski hazzı vermeyecekti. Galiba büyümüştüm.

Geçen haftaydı sanırım, bu sefer de Taş Devri’ne rastladım; ama ikinci versiyona. Bambam’la Çakıl büyümüşler artık. Şu garip komşuları vardı bi de hani: Frankenstein kılıklı adam ve garip alışkanlıkları olan, hatta çamurlu böcek falan yiyen ailesi. Neydi adı o adamın yahu? Neyse... Unuttum. Ben bu versiyonu daha çok severdim. Hatta bölümün sonuna doğru Bambam, Çakıl ve genç arkadaşlarına özel bi kısım olurdu. Bize bardaktan telsiz, yağmur suyundan bilye yapmayı falan öğretirlerdi. İşte o gün bu versiyona rastladım televizyonda. Çok şaşırdım. Artık Taş Devri göstermediklerini zannediyordum. Çizgi film alminde de “uzay çağı” başlamıştı ya hani... Çok sevindim işte onu görünce. Büyük bir hevesle izlemeye koyuldum.

Ama...

Ama...

Hayal kırıklığı böyle bir şey galiba.

Bir süre sonra vücudumda karıncalar dolanmaya başladı sanki. Daraldım, bunaldım... Artık zorla seyrediyordum. İnat etmiştim sonunu getirmeye. Çocukluğumun çizgi filmiydi bu, çok özlemiştim; ama ...

Ama...

7. dakikaydı herhalde, kanal değiştirdim. Dayanamadım.

Galiba ben büyüdüm. Aaaarrrggghhhh! Hayıııııııır! Olamaaaaz! Olmamalı!!!!

Hmmm.... Aslında... Biraz daha düşününce...Hâlâ Kayıp Balık Nemo’yu her izleyişimde inanılmaz bir keyif alıyorum..

Hmmm.. Dur bi dakika... Tam büyümemişim. Ohhhhh iyi! Sevindim valla... Ay içime su serpildi. Owfff. Çok korkmuştum yahu! Resmen büyüdüm sandım! Ayyyy...Rahatladım. Sağol Nemo yaaa! Sen de olmasan... (!!!!!)




Aslında bir de Oyuncak Hikayesi var (Toy Story), hmmmm.. hiç fena değil... Ohhh tamam ya.. Hâlâ çizgi film izleyebiliyorum. Ay çok sevindim!....


....Yaşlılık....


Sanırım ölmekten değil ama yaşlanmaktan korkuyorum.

İki haftadır babaannem bizdeydi – Karamürsel’de. Perşembe günü onu evine bırakmak için onunla birlikte Ankara’ya geldim.

Bugün anneannemdeyim. Haziranda ameliyat oldu dizlerinden. Ne rahatsızlığının ne de geçirdiği operasyonun adını biliyorum, o yüzden kısaca şöyle açıklayayım: Dizlerindeki eklem boşluğunda kıkırdakların sürtünmesini engelleyen sıvıdan eser kalmamış, bu nedenle o kıkırdaklar feci şekilde aşınmış. Bu da yürürken, otururken kalkarken vs anneanneme dayanılmaz bir acı veriyordu. Ameliyatla, dizindeki bu ekleme platin protez takıldı – her iki dizine de. Felaket bir acı. Ütelik genel anestezi de yapmamışlar kadıncağıza, lokal yapmışlar yaşı ileri olduğu için. Ameliyat boyunca takır tukur kırılma biçilme sesleri dinlemiş küçük anneanneciim.

Şimdi ameliyat sonrası egzersizler yapmak zorunda. Görseniz, doktor öyle bir liste vermiş ki ben bu sağlam halimle yapamam o kadarını. Resmen 20 çeşit hareket ve her birini 100er, 150şer kere yapması isteniyor. Yani sabah kalksa, başlasa, akşama anca biter hiç durmadan. Olacak iş değil. Hareketler de oldukça zorlu. Kadıncağız bas bas bağırıyor naapsın?! Geceleri de uyuyamıyor; bu gece toplamda 2 saat anca uyudu işte 15er dakikadan...

Babaannemin durumu da sinir bozucu. Tansiyonu oldukça yüksek. Ayrıca çok evhamlı olduğu için sürekli oğullarını, torunlarını, yöneticisi olduğu apartmanın tamirat işlerini vs vs merak etmekten tansiyonu sürekli oynuyor. Ben böyle evhamlı insan görmedim: Babam check-up için Karamürsel’den Gebze’ye gidiyor – alt tarafı 1.5 saatlik yol - babaanne evde hop oturup hop kalkıyor. “Eyvah çocuğa bişey mi oldu. Ay havada çok sıcak. Ay hastanede bunalır şimdi o...” Ohooooooo. Babamın gittiği hastane de mübarek 5 yıldızlı otel gibi. Ben sırf gezme amaçlı gittim 1-2 kez babamla... Hele bir de pastanesi var... Owfff.. Ordaki kadar lezzetli vişneli çikolatalı pastayı ömr-ü hayatımda yemedim ben. Hem de kremşanti yerine muhallebi döşüyorlar arasına üstüne falan. Oyyyhh! Ay bi daha gidesim geldi bak. Şöööyle hastane bahçesinde çiçekler arasında denize karşı o pastadan yiyip çay içesim geldi vallaha!

Hmm konudan saptım sanırım, hemen geri dönüyorum!

Babaannemin bir de mide sorunu olduğu için yedikleri ona felaket sancılar ve boşaltım zorluğu olarak geri dönmekte. Üstelik pankreası da ara sıra fena saçmaladığı için babaannemin bütünüyle çiğneyip yutabildiği tek ikili, peynir-ekmek. Peynir de mümkünse keçi peyniri olmalı, çünkü diğerleri de dokunuyor. Yazık yaaaa kadıncağız böyle önüne soğandır, salatalıktır, domatestir, fasulyedir vs koyduğunda öyle bir iç çekiyor ki... Sonra dayanamayıp biraz yemeye başlıyor. Ama bunların suyunu emip posasını çıkarmak zorunda kalıyor. Bunu da sadece evde yapabildiği için biz dışarda yemek yemek istediğimizde kadıncağızın morali bozuluyor. Zor ya... Düşünsene hiçbir şeyi adam akıllı yiyemiyorsun, sadece emebiliyorsun! Olacak iş değil! Ama olmak zorunda işte.

Yaşlılık çok zor bir şey. Tamam dinç yaşlılarımız da var ama öyle olmak da zor. Yaşam boyu düzgün besleneceksin de... Spor yapacaksın da.... ohoooooo....

Çevremdeki yaşlılarda gözlemlediğim moral bozucu birkaç hususu listelemek gerekirse:

-Deri koltukta oturmaktan rahatsız olabiliyorlar.

-Dizlerini kırıp üstüne oturamayabiliyorlar.

-Merdiven çıkmak acıklı bir olay haline geliyor.

-Yokuş aşağı inerken başları dönebiliyor.

-Yemek kokusu onları rahatsız edebilyor.

-Sırtlarında durmak bilmeyen bir ağrı hissettiklerinden aynı pozisyonda fazla oturamayabiliyorlar.

-Parmakları rahat açılıp-kapanmayabilyor.

-Hava sıcaklığı normalken bile üşüyebiliyorlar.

-Ufak esintiler onlara rüzgâr etkisi yapabiliyor.

-4 saatlik bir yolculuk bile onlara fazla gelebiliyor.

-Bindikleri arabanın başka bir arabayı sollaması, korku ve endişhe nedeni halini alabiliyor.

-Elleri titrediği için ipliği ipne deliğinden geçirebilmek bir yana dursun, düzgün yazı yazmak bile zorlaşabiliyor.

-Her istediklerini yiyemeyebiliyorlar.

-Geceleri uykusuzluk çekebiliyorlar.

-Değişen dünyayı anlamakta zorlanıyorlar.

-Ayakkabı bağlamak onlar için çok zor olabiliyor. (Farketmişsinizdir, bir çoğu bağcıksız ayakkabı giyer.)

Daha çoook sayılabilir de işte şimdilik bu kadar yeter.

Kafa yapılarımız uyuşmadığından veya bana ayak uyduramadıklarından onlarla bir arada olmak beni biraz zorluyor, evet. Ama yaş itibariyle doğa ananın onlara eskisi kadar cömert davranmadığını farkettiğim için artık biraz daha anlayışlı yaklaşıyorum sanırım.

Yaa ben gerçekten korkuyorum. Yaşlı olmak gerçekten zor. Gençliğin kıymetini bilip son damlasına kadar sömürmek lazım. Gezelim, eğlenelelim, oynayalım, zıplayalım arkadaşlar! Ne duruyoruz yau???

15 Ağustos 2006

Bu üçlüye dikkat!

İlkokul 3'te Kocaeli Koleji'ne başladım. Uras'la orada tanıştım. Sınıfta çok sayıda Değirmendereli, İzmitli ve Gölcüklü vardı ama topu topu 3 tane Karamürselliydik. Uras garip bi çocuktu; ben de pek normal olmadığımdan gittim onu buldum heralde kendime arkadaş diye.

Sonra 4. sınıfta bizim servise yeni bi kız geldi. Adı Gizem. Benden sonraki duraktan biniyordu. Aynı yaştaydık. Böyle nerdeyse sarışın, çilli, çıtı-pıtı bi kız. Bi yerlerden de tanıdık geliyor... Tamam tamam! Babalarımız aynı yerde çalışıyormuş, fabrikanın etkinliklerinden göz aşinalığım var demek ki.

Nasıl bilmiyorum ama biz sıkı fıkı arkadaş olduk.

Yine de, Uras'la Gizem'in kuzen olduklarını öğrenmem 1.5 yılımı almıştı. (!)

Ve ondan sonra Uras'la görüşeceğim zaman Gizem'i, Gizem'le görüşeceğim zaman Uras'ı da çağırarak, uzun yıllar devam edecek olan 3lü bir arkadaşlığın ilk tohumlarını atmış oldum. (Ayıptır söylemesi, sayemde oldu biraz. :p )

6. sınıfta artık KOSKOCA ORTAOKULA başlamış olmanın verdiği bir rahatlıkla ailemizden izin koparmayı başarmıştık: Bisikletle sahile inme izni.

Yıl 1999... Aylardan Ağustos.

Neredeyse her gün öğlene doğru bisikletle evden çıkıp Gizemlere gidiyor, sonra onunla birlikte Uras'ı da alıp sahile devam ediyorduk. Karamürsel'i 2 kez turladıktan sonra parklarda bisiklet sürmemize izin vermeyen zabıtadan kaçmayı da başarıp bir çay bahçesine yerleşiyor, orda artık gelsin ayranlar, gelsin simitler, gelsin tavla, sohbet-muhabbet....

Sonra sahil bandında 2 tur daha. Akşamüstü saat 4 gibi seyyar mısırcılar sahile dökülürdü. Ben özellikle bir tanesinden alırdım hep mısırımı: Mahmut Amca'dan. Bir keresinde bana özel bir mısır kebap yapmıştı: Mısırı kömür ateşinde pişirdikten sonra bir kez haşlanmış mısırın suyuna daldırıp tuzlardı. Sonra 1-2 dakika daha ateşte tutar, tuzun iyice mısıra işlemesini beklerdi. O mısır kebabın tadını unutmam. Öyle yapmayınca hem kuru olur, hem de tuzsuz. Böyle ise..... Owffff! Bi de indirim yapardı bana Mahmut Amca.

Mısırdan sonra 1 saat bile geçmeden canımız dondurma çekerdi. Hemen Memo Kornet'e gidip toplam 4 top büyüklüğünde ama 8-9 çeşit dondurma alırdım ben. Kıyamazdım. Hangi lezzetten vazgeçsem, bilemezdim: Muzluyu almasam olmaz, limonsuz dondurma zaten olmaz, kavunlu da pek güzeldir, eh çikolatalıdan assla vazgeçmem, kahveli de güzel yaaaa, e bi de kayısı, sonraaaa kivi var bi de....

Sonra yine bisiklet turuna devam.

Bi keresinde sümüklü 4 çocuk peşimize takılmıştı. Hızlıca arkadamızdan gelip tekerleklerimize sürtüyorlardı falan. Gıcık şeyler. Ama iyi avladık onları: Kaçarmış gibi yaptık, hızlandıkça hızlandık.... Gözleri döndü herhalde ki onları aslında Belediye binası altındaki polis karakoluna sürüklediğimizi farkedemediler. Karakola vardığımızda kapıda duran nöbetçi memur abiye "Polis aaaabi, bunlar bizi kovalıyorlar, rahat bırakmıyorlar, hem de çimlerin üzerinde de sürüyolar!" diye şikayet ettiğimizi gördüklerinde bir kaçışları vardı ki.... Oooooowfff! Puhahahahaaaa! Yaşasın ispiyonculuk!

1-2 hafta, günaşırı birlikte zaman geçirdik. Aslında yaptığımız hep aynıydı, ama nedense kimsenin bir şikayeti yoktu. Mutluyduk.

Günlerden 16 Ağustos Salı. Ben yine Uras ve Gizem'le yaptığım "bisikletle Karamürsel" keyfinden dönmüşüm. Her şey çok güzel... Gecenin 3'ünde inanılmaz bir yer sarsıntısıyla uyandığımda artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını tahmin edememiştim belki ama bir gün büyüyüp de bisikletten otomobile terfi edeceğimizi biliyordum.


Aşağıdaki fotoğraf, benim, annemin arabasını yalnız başıma kullanma iznini kopardığım gün çekildi. Uras ve Gizem elbette ki elimdeki bu olanaktan yararlanması gereken ilk iki kişiydi ve ben de zaten ilk iş olarak Gizem'in evine sürmüştüm arabayı. Sonra da Uras'ı aldık tabii...O gece eve 11de döndüm. Evde kıyamet koptu tabii; arabayı aldığın ilk gün gecenin bi vakti mi gelinir eve be kızım?!?!




10 Temmuz 2006

...Serin sular...

Uzun sürmediğine sevindim.

Hiç aramamandan korkuyordum.

Ohhhh... rahatladım. Keşke Karamürsel'e dönmemiş olsaydım da bir görebilseydim seni.

Seni çok seviyorum ben.

Hep arkadaşım kal olur mu?

2 Temmuz 2006

Bunu bana nasıl yaparsın?!?!?!

İnsan, sevdikleri tarafından umursanmayınca üzülüyor. En azından ben üzülüyorum. Kızıyorum da... Ama nedense susup, hatasını kendi kendine anlayıp, hazmedip benden özür dilemesi için sabredemiyorum. Hemen kızgınlığımı ve üzüntümü belli ediyorum, doğrudan yüzüne söylüyorum, o da bi şekilde kıvırıyor. Hiç hoş değil. İstediğim bu değil. Gerçekten hatasını anlamasını ve benden, içinden gelerek özür dilemesini istiyorum. Olmuyor.
Yau aslında buna bile gerek kalmamalı! Beni haftasonu davet ediyosun, hem de bütün yıl okul boyunca konuşup da yoğunluktan gerçekleştiremediğimiz bir aktivite için... Program sana bağlı, bir-iki halledilebilir sorun çıkıyor, çözdüm ya da çözemedim şeklinde bir haber bekliyorum senden. Sense sanki hiç umursamıyorsun. Değil telefon açmak, bir mesaj bile çekmediğin gibi bir de telefonunu kapatıyorsun!
"Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz...."
Bu cümle, muhtemel aktivite gününe bağlanan gece saatin 1'inde beni nasıl deli ediyor biliyor musun????
Diyorum yau acaba kesin gidiliyor diye konuşmadığımız halde, benim gideceğimizi tahmin ettiğimi mi sandı? Yoksa hani iptal oldu da söylemeye yüzü olmadığı için mi aramıyor? (-ki gereksiz. Gayet de iptal edebilirsin, bunda bi gariplik yok. Olay, haber vermemenden cereyan ediyor.)
Seni bu kadar çok seven bu insanı bu şekilde umursamazlıktan gelerek savuşturman...
Yakıştıramadım sana.
Belki de fazla yüceltmişim seni gözümde... Çok üzüldüm.
Benim için önemli bir insan olmasan bu davranışın umrumda olmazdı. Sorun etmezdim. Anca arkandan bi miktar konuşurdum, yüzyüze geldiğimizde de espiriyle karışık biraz laf sokardım, sen de "ya kusura bakma, öyle oldu" derdin, geçiştirirdik, bu kadar olay yapmazdım.
Ama sen..
Sen başkaydın benim için. Başka yerlerde adın geçtiğinde nasıl bahsediyorum biliyor musun senden? Seni az tanıyan insanlar 'vay be hiç de göstermiyor valla, ne adammış be!' diyorlar...İmreniyorlar.
Dayanamayıp, gecenin 1 buçuğunda msn'e giriyorum. Yoksun. 2 dk sonra sen de geliyorsun, beni listende görüp selam vermeni bekliyorum. Sonra da "yarın saat bilmemkaçta bulşuyoruz" veya "ya kusura bakma, şöyle şöyle oldu, haber de veremedim, program iptal oldu." demeni.
Ama yok.... Senden ses seda yok. En sonunda dayanamıyorum yine ve ilk mesajı ben atıyorum yine! (Bunu da kendime yediremiyorum)
ve ardından beni şu diyaloğa mahkûm ediyorsun:
Ayş: eeee?
X: ?
X: İptal oldu söylemedim mi?
X: pardon
Ayş: Aferin.
Ayş: İyi geceler.
X: Sana da.
Ben seni bu kadar çok severken, seni gerçekten arkadaşım bilirken senin bana böyle umursamazca davranmanı kaldıramadım ben.
Kaldıramadım.

29 Haziran 2006

...sıcağı sıcağına..

Az önce showroom'da dolaşıyorum, böyle gözlerim bi ara dışarı doğru dalmış gitmiş. Bi şarkı mırıldanmaya başlamışım yine.

ve evet...

nedense yine İngilizce.

Sonra farkettim şarkı söylediğimi ve birden söylediğim şarkıyı o kadar beğendim ki... içimde ona daha anlamlı sözler ve rahat hatırlanabilir bir ezgi yaratmak geldi. Biraz zorladım ve...
ve..
yaaa uff çok hoşuma gitti! bi yere not almalıyım diye düşündüm ama nota becerim henüz aklımdaki hayalî şarkıyı kağıda dökecek kadar değil. İlle bir müzik aleti yardımıyla kontrol etmem gerekiyor tahminimde oluşturduğum sesleri.

Derken bir müşteri çıkageldi, onunla ilgilendim. Sonra yemek saati geldi, yemekhaneye gittim.

ve döndüğümde...


POFFF!!!

söylediğim şarkıdan tek bir şey bile kalmamıştı aklımda!!!!!

Ya oooooooooooooof!

Sinir oldum işte şimdi!

Sıcağı sıcağına yazmak lazımdı işte...

27 Haziran 2006

...ve ilk stajımın sonuna gelirken.-.-.giderayak....

Çok yakında Doğuş Oto - Audi'deki stajım bitiyor.

Neler öğrendim?

1. Kimde ne kadar para olduğu hiç belli olmuyor. En pahalı arabaya bile kolayca alıcı bulunuyor. Ayağında plastik plaj terliğiyle gelen adam 15 dk içinde 250 milyarlık arabasının siparişini tamamlıyor, akşama kapora yatmış oluyor.
2. Müşteri ne olursa olsun maksimum ilgi bekliyor.
3. Kapriste sınır yok.
4. Güzel kadınlar, çirkin kocalar yardımıyla süper arabalara sahip olabiliyorlar. (Ve akıllı kadınlar, cimri kocalarına kesenin ağzını açtırabiliyorlar. Helâl diyorum.)
5. Gece ne kadar uyursam uyuyayım, müşteri gelmeyince masada uyuyakalmayı başarabiliyorum:((
6. Koskoca sergi salonunda (showroom'un TDK'daki karşılığı) kahve-süt tozu-şeker üçlüsünü küçük kaplarda bulundurarak, oradaki sıcak-soğuk su sebili ve kağıt bardaklar yardımıyla kendi kahvelerini hazırlayabileceklerini, böylece her seferinde kafeteryaya gitmek zorunda kalmayacaklarını akıl edebilen tek bir insan dahi bulunmayabiliyor. (ehehehee Emre Abi çok sevinmişti valla ben salona küçük bi çay ocağı kurduğumda:) Gerçi çay değil, kahve ocağı diyelim. aslen çay da yapılır ki neden olmasın? Sallama çay hani...)
7. Her ne kadar yeni yetme stajyer yaratıklar olsak da satış temsilcileri tarafından sanki orda çalışıyomuşuz gibi, ayrımdan yoksun muamele görebiliyormuşuz.
8.Otomobil satışı bana göre diilmiş pek. Daha doğrusu, sanırım *showroom* işi bana göre değil sanırım. Gerçi büyük konuşmamak lazım ama...
9.Böyle bir yerde çalışmak için Bilkent İşletme'de 4 yıl kasmak gerekmiyormuş. Ağzın laf yapacak, biraz kafan çalışacak ve kıvırmanın inceliklerini bileceksin. (Evet. Ne yazık ki:((
)
10. Her zaman söylerdim, bu sefer bizzat tecrübe ederek inandım: Okul hayatını öpüp başımıza koymamız lazım. Eğer 8.00-18.00 bir işiniz varsa akşam eve dönünce pek bi şey yaacak enerjiniz kalmıyor. Mesela dün biraz uzandım, bir uyuyakalmışım ki saat 11 olmuş!!! Gecenin o saatinde kalktım akşam yemeği yedim iyi mi?!? Sonra da 12'de tekrar yattım. Yetmiyor yetmiyor valla...
11. Amirler: Önemli nokta--> Bazen çok samimi görünüyorlar. "Kanka" muhabbeti yapıyorlar; ama yine de sizden kırılıp bükülmenizi ve onların esprilerine karşılık vermemenizi bekliyorlar. Eh naapalım, beterin beteri var diye katlanıyosunuz. Hehe cidden ama burda insanlar öyle el etek öptürmüyolar neyse ki. Amirler gerçekten çok samimî; ama, dediğim gibi, aynı semimiyet seviyesini sizin göstermemeniz gerekiyor. Bi alt seviyede kalmak oldukça güvenli. Satış müdürümüzü pek sevdim aslen. Bi de pazarlamadan sorumlu bir başımız var, o da pek şeker. Komik bir insan aslen. Ama esprisine gülünce niye sert çıktığını anlayamadım. Neyse ya onu da öyle kabullenmek lazım. ;)
12. Dünya, göründüğünden çok farklı. Bu devirde kimseye güvenmeyeceksin. Artık daha bilinçli bir müşteriyim.
13. Atlarımız "Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp" demiş. Ne var ki, bunu bilmeyen insanlar her yerde karşınıza çıkabilir. Hadi bi de kendileri her şeyi biliyor olsalar neyse de...
14. Müşterilerin garip istekleri ve ölümcül yanlış anlamaları olabiliyor. (Bkz. Yıllık bakıma randevusuz çıkagelen kadın ve seçeneklerini bizzat oluşturarak siparişini verdiği Q7'sinde navigasyon olmadığını farkedince dumura uğrayan adam.)


Aslen daha çok var tabii ki ama hepsini buraya yazarsam muhabbete bi şey kalmıcak di mi?!?

:P

14 Haziran 2006

_____________Teşekkürler_____________

...Fatih Bey, Utku, Gökçe, Meriçcan ve Dicle...
Anneannemin ameliyatında kullanılmak üzere kan vermeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim.

Ayrıca, gösterdikleri ilgi ve alaka için tüm Doğuş Oto Ankara çalışanlarına, özellikle Sn. Zeynep Sakarya ve Yalçın Polat'a teşekkürlerimi sunarım.

Ayşegül Girgin

:..:..:Saçmasapan:..:..:Napasamças:..:..:

Burası ilginç bir yer azîzim. Üçgen parke taşları mı dersin, beton kapılar mı.... Ceketlerini bile ters giyiyor insanlar, içleri dışlarında. Kulaklarıyla koku alıp, burunlarıyla duyuyorlar. Burası garip, çok garip bir yer azizim. Daha önce hiç görmediğin, ve belki de görmek istemeyeceğin bir yer. Ağaçlar mor burada, denizler kırmızı. Kuşlar yürüyor filler uçarken ve tavşanlar yılan yiyor. Burası alt-üst, ters-yüz bir yer azîzim. Erkekler doğuruyor, kadınlarınsa bıyığı var. Anlayamadım azîzim, gerçekten anlayamadım. Duvarlar camdan, pencereler ahşap! Aslanları ceylan kovalıyor ve çocuklar açıkoturum seyrediyor. Susam Sokağı'nın en büyük takipçileri yaşlılar ve insanlar hayata emekli başlıyor, 50sinden sonra işe giriyorlar. Olacak iş mi azîzim?
Olacak iş mi?
Sen de söylenip duruyorsun trafik sıkıştı diye. Yok elektrik faturası gecikmiş, yok maaşına zam gelmemiş, yok insanlar aç geziyormuş, yok baban seni anlamıyormuş, yok benzine zam gelmiş....
Her yerin ayrı derdi var azîzim, yaşamayı bileceksin.

13 Haziran 2006

:-:-:Kemik kafa:-:-:


Burnum yamuk diyorum inanmıyorsunuz yahu...

Alın işte röntgenden bakın. (Orta kemik)

Puuuhahahahahahaaaa!


12 Haziran 2006

Karekök

Ne yazıktır ki az önce farkettim: hesap makinesinde 1'den büyük bir sayı yazıyoruz. Karekök tuşuna art arda sürekli bastığımızda bir süre sonra 1 oluyor.

Yani 1'den büyük herhangi bi sayının sürekli karekökünü aldığımızda 1 tam sayısına ulaşıyoruz.

Ama 1'in karesini sonsuza kadar da alsak 1'den başka bir sayıya ulaşamıyoruz.

Yani a==>b ama b==>a değil. Hayatta da bazen böyle işte. Limitler var. Gidebileceğimiz maksimumlar ve minimumlar var. Bazen ne kadar çabalasak da olmuyor işte.

...Ben hiç farketmeden....

Dün işten çıktım, durakta dolmuş bekliyorum. Çok fena dalmışım. Bir anda kendimi şarkı söylerken buldum. Ama uyduruyorum sözlerini. Evet, müziğini de. Yok böyle bir şarkı. Sözleri anlamsız ve birbirinden nispeten bağımsız. Farkında olmadan uydurmaya başlamışım. Hem de İngilizce!
Akıl Tanrıçası diye bir şey olsaydı şayet, heralde beni yüksek bir tepeye savurup tek başıma delirmemi beklerdi. Ya da belki bi ceza verirdi akıllanmam için...
Yau hayır bi de bildiğin yüksek sesle söylüyomuşum şarkıyı yaaa. Ordaki insanlara da rezil oldum. Yani sadece 1'er metrelik yarıçapımdaki insanlar duydu ama olsun... Hehe..Çocuğun teki de garip garip bakıyodu suratıma da anlamamıştım nedenini. Farketmemişim resmen! Bir insan şarkı söylemekte olduğunu nasıl farketmez inanamıyorum ya!!!
"If seeing is believing then the blind can see around. If believing is seeing, then the blind have no belief! Can one live without belief? Oooops I think we have a problem here. :s" ---> Bu da nerden çıktıysa... Şimdi aklıma geldi valla..

...Yemekten sonra rehavet...

Yau bu yemek yemek güzel şey...

ama...

yedikten sonra bir ağırlık çökmüyor mu...... owfff.... bütün günümü yiyor vallaha. Şimdi iş yerinde sabah 8.30dan 12.30a zaman hemen geçiveriyor. ama sonra 13.30-18.00 aralığı ölümcül resmen. Gözlerim ağırlaşıyor böyle... Müşterilerin söylediklerini anlamakta zorlanıyorum.

Ayy neyse.

Bak işte bunları da sırf zaman doldurmak ve uykumu açmak için yazdım. Yaa off bak gereksiz işlere bulaşıyorum böyle uykum gelince.

Hımm gereksiz bir entry oldu resmen. Hay ben kendimi nerelere vurayım!?! Peah!

8 Haziran 2006

...Yazıvermişçesine...

Harabe

Aslen senden hiç de farklı değildim
İçimi titreten bir ışıktı zaman zaman
Bazense ılık bir ses
Aslen senden hiç de farklı değildim ben
Özümden daha derine inmeye
Olmayanı bulmaya
Saklanmayanı sobelemeye
Ya da
Düşmeyeni kaldırmaya çalışmadan önce.

İşte yollarımızın ayrıldığı nokta.

Kollarımı çapraz mı bağlamalıyım?

Bu uzun kollu gömlek...

Fazla uzun bunun kolları...

Biraz da kalınca sanki...

Arkadan mı bağlanıyor?

İyi de...

Neden?

Bu modeli istememiştim ki ben!


Ayşegül Girgin
7 Haziran 2006

Staj yapıyorum. Öğle tatilindeyim. Ağzımdan tek bir cümle çıktı. Öylesine... "Aslen senden hiç de farklı değildim." Düşündüm, eski şiirlerime baktım: Hep yaşadığım şeylerden yola çıkmış, hissettiklerimi yazmışım. Bu sefer de içimden geldiği gibi yazayım dedim. Belki başkasının hissettikleriyle... Hmm. aslında bilmiyorum. Belki benden de bir şeyler katmışımdır.
a-aa.. gerçekten bilmiyorum. Bu, öylesine çıktı işte. Hemen "publish" butonuna basayım da şu Q7'nin başında duran müşteri ilgisiz kalmasın... ;)

28 Mayıs 2006

Yazıvermişcesine


Kısa

Mavilerimsin sen benim,
Yeşillerimsin.
Elimdeki el,
Gözlerimdeki ışıksın.
Sen...
Nerden geldiğini bilmediğimsin.
İyi ki geldin dediğimsin.

Ayşegül Girgin
28 Mayıs 2006

22 Mayıs 2006

"Tis only in their dreams that men truly be free, 'twas always thus, and always thus will be." -Keating

"I hope not." -Ayşegül
Belki sadece bir itirafın kalıntılarıydı, belki de eylemsizliğe karşı gelmenin zorluğu... Bilmiyorum; bir önemi de yok artık. Her ne olduysa, nasıl olduysa... Kelimelere dökemediğim, belki de dökmekten korkutuğum bu duygular benim için yeni değil; ama bu seferkini farklı kılan bir şeyler var. Bu sefer hissetmekle kalmıyor, özünü biliyorum. En azından, bildiğimi zannediyorum. Carpe diem diyerek başladığım bu yolculukta artık gözleri bağlı olmaktan daha öte bir yerdeyim. Mantığımla savaşan hislerim artık barış imzaladı.

“Seni ararken kendimi kaybetmekten yoruldum. Bulduğumu zannettiğimde kendimden ayrı düştüm.” Şebnem Ferah

Artık değil.

Kendimi kendimde yaşayabiliyorum artık. Ve seninle.

Teşekkür ederim.

Uzun bir aradan sonra senin sayende yeniden yazıyorum. Hem de içimi dökmek için değil, mutluluğumu paylaşmak ve sana teşekkür etmek için. Bu benim için ne demek biliyor musun? Tabii ki biliyorsun...

15 Nisan 2006

Yazıvermişçesine...

YETİŞKEN

İç burkan gülümseyişlerde kaybolan ben miyim
Bir gülümsemenin bin farklı anlamı olmasından acı duyan
Bir merhabanın tehlike şiddetini anlayamayan
Dansın büyüsünün günlük kalıplara sığmadığını farkedemeyen
ya da
İçten gelenin dışarda patlama yarattığını kabullenmek istemeyen...

Ben miyim?

Gerçekten ben miyim?


Ayşegül Girgin
15.04.2006

5 Nisan 2006

Lütfen yorum yazın, ihtiyacım var

Bilkent Üniversitesi Basın Yayın Kulübü bir dergi çıkarmaya hazırlanıyor. Bu ilk sayının genel konusu KİMLİK olarak belirlendi. Ben de bir deneme yazdım içimden geldiği gibi. Birkaç kişiye okuttum, beğendiler ama kısa olduğunu söyleyip uzatmamı, daha açıklayıcı olmamı önerdiler.
Lütfen siz de aşağıdaki yazıyı okuyup fikirlerinizi yazın. 1 hafta içinde eleştirileriniz doğrultusunda düzeltmeler yapıp dergiye tekrar yollamak istiyorum.
Okurken sıkıldığınız bölümler nereler?
Üstü kapalı bulduğunuz ifadeler var mı? Daha açık olmasını ister misiniz? gibi sorulara da yanıt verirseniz çok sevinirim....
Tek Bir “Ben”i Aramak
Kendimi tek bir şablonda yaşamayı istedim bazen. Okuldaki Ayşegül’le evdekinin aynı insan olmasını istedim. Deprem sonrası sokakta yatan Ayşegül’le üniversite bahar şenliğindeki Ayşegül’ün aynı olmasını…
Benzer durumlarda benzer tepkiler verebilmeyi bile başaramamışken, bir düşünceyi büyük bir inançla savunurken aksini gösteren bir kanıt karşısında karar değiştirmekten kendimi alamamışken “ben kimim?” sorusunun yarattığı şimşeklerin aydınlattığı alandaki manzara tüyler ürpertici olmasaymış keşke. Keşke potansiyel tepkilerim belirli olsaymış da annem benimle tanıştıktan on dokuz yıl sonra bile hâlâ bana nasıl davranması gerektiğini bilemez durumda olmasaymış.
Keşke isteklerim ve görüşlerim bu kadar sık değişmeseymiş de sevdiğim adamla evlenip yuva kurmak ile 4-5 yılda bir şehir değiştirmeyi göze alıp bir “kariyer kadını” olmak arasında rahatça seçim yapabilseymişim. Sonra, sağlam temellere dayandırarak savunduğum bir siyasî görüşüm olsaymış mesela. Diplomayı aldıktan sonra ülkemde kalıp burayı daha yaşanabilir kılmak adına birkaç adım da ben mi atsam, yoksa bir an önce bu sınırlardan çıkıp kendime euro ya da dolar bazında başka bir hayat mı kursam diye düşünmeseymişim keşke. Hemen verebilseymişim kararı ya da karar zaten baştan verilmiş olsaymış.
Bir gün mutluluktan yolda yürürken bile dans adımlarıyla ilerlerken bir gün umutsuzluktan ayaklarımı seyrederek yürümeseymişim keşke. Bir gün bana gelen “merhaba”ya gülümseyerek “merhaba” derken bir başka gün “hmm” gibi garip sesler çıkararak cevap vermeseymişim sonra. Bir gün bütün sorumluluklarımı unutup eğlencenin tadını çıkarırken bir başka gün eğlenmem gereken ortamda sorumluluklarım arasında boğulmasaymışım bir de…
Böyle olsaymışım, yani her yerde aynı Ayşegül olsaymışım, kararsızlıklarım ya da karar değiştirmelerim olmasaymış da “ben kimim?” sorusuna tek bir yanıt verebilseymişim keşke.
Ama…
Biraz daha düşününce…
Bunların olması belki de asıl kimliğin bir parçası. Belki de her ortamda farklı olmanın diğer adı “uyum sağlamak”. Görüşlerimin değişmesinin diğer adı ise “açık fikirlilik”. Öyle ya, görüşlerimde her zaman bir yanılma payının olabileceğinin farkında olmak aslında bu. Kararsızlıklarım, belki de mükemmeli ararken uğradığım ve bir süreliğine konakladığım bir otel. Duygularımın değişmesi ise belki de sadece insan olmamdan…
Belki de bu, kimliğimin ta kendisi.
Değişime açık olmakla kimliksizliği karıştıranlara sevgilerimle…
Ayşegül Girgin
3 Nisan 2006

23 Mart 2006

Bu şarkılar adam olmaz....

Ne desem boş...

---------o-------
Kızıma Mektup

Canım kızım, güzel kızım,
Adı denizden gelen kızım
Büyükler dünyasına hoşgeldin!
Ne kadar içtendin biliyor musun?
Değişeceksin!


Öğreteceğiz sana okumayı, yazmayı, iyi olmayı
Ancak karşılaştırmak yok yazılanla söyleneni
Çünkü hemen farkedeceksin!


Canım kızım, güzel kızım, adı denizden gelen kızım
Koza gibi gizlenmeyi gösteririz insana
Üç beş deney yeter inan
Hele sev bir insanı;
Yetmeyecek kütüphanler falan anlatacaklarına, göreceksin!

Canım kızım, güzel kızım, adı denizden gelen kızım
Diyeceğiz sana "İnsan Hakları!"
O gün sakın açma gazeteleri
Diyeceğiz sana kardeşlikten barıştan...
Dakikada binler ölüyor açlıktan
Demeyeceğiz tabii: "En özgür, gelişmiş ülkeler en sıkı silah tüccarları"
Onu artık sen bulacaksın


Canım kızım, güzel kızım, adı denizden gelen kızım
Daha güzel bir dünya vermek isterdim sana, ancak ben de
bulmadım
Beş on şarkı yazdım sadece
Hayata yeni şarkılar lazım
Sen de öyle yap, yaşayacaksın!


Canım kızım, güzel kızım, adı denizden gelen kızım ...

Bülent Ortaçgil
('Oyuna Devam' albümünden)
Bu adam olayı çözmüş galiba....

---------o---------
Memurun Şarkısı

Pazartesi Acımasız
Pazartesi Sıkkın
Hep Aynı Şarkıyı Söylemekten Bıkkın
Bir Masanın Kenarları Gibi, Buluşmazmışız Öyle Derler
Oysa Bütün Masalarda Dört Köşe Var

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Salı, Çarşamba
Çok Uzun Salı,
Çarşamba Sonsuz
Hiçbir İşe Yaramazlar Sensiz
Bir Ağacın Yaprakları Gibi Özgürmüşüz Öyle Derler
Oysa Bütün Yapraklar Aynı Kökten Çıkarlar

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Perşembe Kadar Güzelsin
Perşembe Kadar Hızlı
Her Daim Bir Cümbüş Arasında Gizli
Bir Yıldızın Köşeleri Kadar Uzakmışız Öyle Derler
Oysa Yakından Bakınca Yıldızlar Yuvarlaktırlar

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Cumartesi, Cumartesi
Sanki Bir Kış Sonrası
Küçük Renkli Bir Sofrada, Sabah Kahvaltısı
Bir Katarın Vagonları Gibi Özelmişiz Öyle Derler
Oysa Bütün Vagonlar Aynı Rayda Gider

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Her Son Bir Umuttur
Her Başlangıç Bir Kuşku
Eğer Günlerden Pazarsa, Arife Keyfi
Bir Meyvanın Çekirdeği Gibi Atılmışız Öyle Derler
Oysa Yaşam Meyvadan Değil Çekirdekten Çıkar

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Bülent Ortaçgil
('Eski Defterler' albümünden)

21 Mart 2006



BABACIIIM NOOOOLUR SİGARA İÇMEEEE!

20 Mart 2006

Sorular, yanılgılar, zannetmeler, arzular ve hayal kırıklığı...


İçin içini yiyor... Ulaşmaman gerektiğini bile bile istiyorsun... Sigara gibi.

Midende durmadan çalışan o çamaşır makinesini başka türlü susturamayacağını anladığın anda sonuçlarını hiç düşünmeden saçıveriyorsun ağzından sözcükleri... Ne var ne yok boşaltıyorsun.
Gururun mu? H-ha... Aklına bile gelmiyor gururun.

Olmayacağını bir kez daha görüyorsun, ama içinden olsun istiyorsun. Gerçi "olmaması daha mı hayırlı? " sorusu içini kemiriyor; ama beynin bu kısmı reddediyor. İçindeki çamaşır makinesi, mısır patlatma makinesiyle yer değiştiriyor...

"Hayallerimin ikinci kısmına geçmeden önce patlamış mısır almalı mıyım?" diye soruyorsun. Evet canın çekiyor yağlı tuzlu patlamış mısırı; ama onun yerine sebze yesen senin için daha iyi olur, biliyorsun. Ne var ki, sinemaların önünde duyduğun türden, iradeni altüst eden o mısır kokusu çoktan aklını esir alıyor.

Ve sonra bir yazı okuyorsun. Yazıda kendini görüyorsun, boğazın düğümleniyor, boynundan yukarısı hızla ısınırken kulakların hantallaşıyor, sesler boğuklaşıyor, ılık gözyaşları döküyorsun ve ses çıkarmamak için derin bir nefes alıyorsun...

Yazıyı bir daha okuyorsun. Orda gördüğün şeyin sen olduğuna inanmak istemiyorsun, başka bir hedef arıyorsun o sözcüklerin gidip saplanması gereken. Sonra tekrar okuyorsun, tekrar, tekrar...

Bi şeyler yapmak istiyorsun, ama yanılmış olma ihtimalin bileklerini halatla bağlıyor. Kurtulmaya çalıştığında bileklerin kesiliyor, çoşarcasına kanayamıyor da, seni inleterek sızıyor kan. Ne müdehale gerektirecek kadar kan fışkırıyor, ne sorunsuz görünücek kadar acısız oluyor bu savaş. Yüzlerce soru işaretiyle başbaşa kalıyorsun.

Pusula yok. Harita yok. Yosun tutan yönüne bakabileceğin bi ağaç da yok çevrende... Geceyi de bulutlar esir almış; gökyüzünü de seçemiyorsun ki Kutup Yıldızı'na yön sorasın.

Ben bugün öğrendim ki....

Hani içinden geleni yapmalısındır ya...
Olmuyormuş...
çünkü içinden geldiği gibi davrandığında her şey senin için son derece masumca olsa bile çevrendekilerin başka anlam çıkarma yanılgısına düşmelerini engelleyemiyormuşsunsun. Müziğin tadını çıkardığında mesela.. ya da bir sohbet arkadaşı bulduğunda... gözlerini kapayıp kendini, imgelediğin o kusursuz ortamda dans eder halde bulduğunda mesela... Hemen hüküm veriliyor, damga basılıyor, heyet tarafından onaylanıyor ve sen savunmanı yapamıyorsun çünkü manzaranın senin gözünden görünen kısmı, senin sözcüklere dökebileceğin türden değil.
Ya da belki sen beceremiyorsun sözcüklere dökmeyi. Yalan olduğundan değil, beceriksizliğinden. Ya da dediğim gibi; anlatılamaz olduğundan. Bi rengi anlatmak gibi belki. Doğuştan kör birine kırmızı rengi anlatmak gibi...

14 Mart 2006

Hayallerimin ikinci yarısına geçmeden önce biraz patlamış mısır almalı mıyım?

...Kalkamadan...

Uyandın hava karanlık ya da odan ama saatini göremiyorsun belki gecenin 3ü belki sabahın 7si belki de öğlenin 12si perden siyah çünkü ve penceren küçük aslında görüdüğün onca rüyadan sonra herhalde öğlen olmuştur diyorsun ama yorgandan dışarı çıkmaya yeltenen elin öylesine üşüyor ki vazgeçiyorsun kalkmaktan ama için içini yiyor...

yatağın içinde arkanı dönüyorsun ama yeni yerin soğuk eski yerini istiyorsun tam olarak iki saniye önce yatmakta olduğun noktalara değmek istiyor vücudun ama tutturamıyorsun ısıttığın yerleri bulamıyorsun işte özellikle çıplak ayakların beğenmiyor yeni yerini çünkü sağ başparmağın yorganın altından biraz çıkarmış bile başını içeri girmek istiyor ama eklemlerin öyle tembelleşmiş ki beyninden gelen komutu umursamıyor...

Vücudunun seni umursamadığı gibi sen de hayatı umursamamayı istiyorsun birden ama imkansızlığının farkına varıp vazgeçiyorsun sonra diyorsun kendi kendine:
Kimim ben? Nerdeyim? Amacım ne? Nereye gidiyorum? Ne istiyorum? Neyim var? Neyim yok? Neyim olsun istiyorum?

Derin bir offf çekiyorsun sonra...


.

?....?.....!.....

Kendin gibi herkes için
Özlemini çektiğin
Belki de sadece
Sezdiğin
Bir yol bulmayı
İstiyorsun.

Görebildiğin,
Yeterli olmayabilir.

Yalnız kalma bu dünyada...
Yalnız kalma bu dünyada...

Nejat Yavaşoğulları

şarkıyı indirmek isterseniz: http://rapidshare.de/files/14300485/Yaln_z_Kalma_Bu_Duenyada.mp3.html

Yok olmaktan hemen önceki aşama


Hiç yok olmayacağını sanmak olabilir mi ?


...

Yazıvermişçesine

Buruk

Dudağı çatlak bir kırık cam vazo
Mavi
Sarı,
Yeşil yollara bulanmış
Bir
kar tanesi değmiş kırık dudağına
Hissetmemiş
Ama eritmiş taneyi
Tane ısınmış
Yayılmış
Akmış dudaklarından içeri
Dibe ulaşıncaya kadar
Buharlaşmış gitmiş

Ayşegül Girgin
Şubat 2006

Yazıvermişçesine

KEditör

Sokağın kör karanlığında
Bir gri kör kedi
Atsa mı adımını atmasa mı
Sondan başa ya da baştan sona
Tepeden tırnağa ya da önden arkaya
"Ne farkeder " diye düşünse mi düşünmese mi
Özlediği görmek mi,
kör olmadığını bilmek mi
Adımı atmış olmak mı
Atıp atmamayı düşünmek mi önemli olan
Hangisini seçsin bu gri kör kedi?
Yumsun mu gözlerini
Açık mı atsın yaklaşan motor sesinin önüne kendini?

Ayşegül Girgin
22.02.2006

Çocuk olmama izin verin!

Doğum günümdü...

Ankara'da oturuyorduk o zamanlar, Dikmen'de. Kuzen Serhan bizdeydi. Tabii amcamlar, babaannem, anneannem falan da...

Serhan iki yaş büyük benden.

Ben ya ikinci ya üçüncü yaş günümü kutluyorum.

Pastam çikolatalı.
Üstünde de çikolatadan bi plaka var... "Ayşegül'e mutlu yıllar!" yazıyor üstünde. (Babam okuyor bana yazıyı)Mumlar üflendikten sonra onu Serhan'la paylaşırız da yeriz diye hayalleniyorum. İlk defa görmüşüm pasatnın üstünde öyle bir şeyi ...

Mumlardan önce fotoğraf çektiriyoruz kuzenle.

Ne kadar da masum görünüyor değil mi?

Bu fotoğrafta, az sonra kendinden iki yaş küçük kuzeninin tüm dünyasını yıkacak o hareketi yapacağına dair hiçbir ipucu vermiyor değil mi?
















Evet bence de vermiyor. Her şey gülllük gülistanlık...

Ve mumları üflüyorum.A-pardon, üflüyoruz... Serhan'la birlikte.

Tam davranıyorum "Anne çikolatayı kırar mısın Serhan'la biz yiyelim?" demek için.

Ama...

ama...

Hayatımın belki de ilk kazığını yiyorum.

Bütün merakımı odakladığım o çikolata plakasını bir an Serhan'ın elinde görüyorum...

Sonra da ağzında...

Dudaklarının kenarında izi kalıyor.

Öylece kalakalıyorum.

Hareket edemiyorum.

Konuşamıyorum...

Boğazım düğümleniyor.

Birkaç damla yaş süzülüyor yanaklarımdan, sıcak.

Haykırmak istiyorum "Serhan onu birlikte yiyecektik! Neden hepsini yedin?!?! Bu benim pastam!!! "

Ama yapamıyorum.
Farkettirmemeye çalışarak gözlerimdeki yaşları siliyorum.
Annem farkediyor, "Aaaa çok ayıp, sakın ha" dercesine bi bakış atıyor kaşlarını kaldırarak.

Ve ben bir kez daha kısıtlanıyorum...

Çocuk olamıyorum.

"Anneeeee Serhan çikolatamı yediiiiiii! Ühüüüü" diyemiyorum en çocuk halimle.


(Kimse alınmasın.)

Karakalem denemelerim

Sırf yağlı boya değil, karakalem de çizebiliyorum ben yaaaa ;)

Yalnız şimdilik sadece erkekleri çizebiliyorum, kızların yüzleri fazla pürüzsüz olabiliyo, böle plastik manken gibi oluyolar ben çizince... Erkeklerin saçı sakal ilk defa bi işe yaradı ahaha rahat çizilebiliyolar!!!
(şaka şaka... bakımlı bir saç-sakal kombinasyonu bi çok açıdan ... ıııı.. kelime neydi?... "iyi"dir diyelim... sadece çizilebiliteyi artırma işlevleri yok yani... gerçi üstüne dondurma falan bulaşınca hiç çekilmiyolar ama.... yihehehe bütün erkekler paranoyak olcak biraz daha konuşursam... en iyisi siz alttaki resimlere bi bakın...)
























nasıl? benzemiş mi?

"Kızgın kumlardan serin sulara" misali...

Yurtta kalmayı seviyorum!!!

Arkadaşlarımın yakınımda olmasını seviyorum!!!
Gecenin bi vakti canım sıkıldığında, sohbet etmek istediğimde bi telefon açıp 15 dk içinde yürüyüşe çıkabilmek... Hüzünlendiğimde, sevdiğim bir arkadaşıma sıkı sıkı sarılıp ağlamak istediğimde, ellerimi tutup sıcaklığını hissettirecek arkadaşlarımın çok yakınımda olduğunu bilmek...Okulun saçma sapan işleri arasında LAYLAYLOM yapmak, kartopu oynamak, bayırdan kaymak, basket-voleybol-masatenisi-bilardo-bowling-photohunt-TABU vs oynamak, yıldızlara şarkı söylemek, Tunus'a inmek istediğimde mutluluğumu paylaşmak bir yana dursun, onu kat kat artıracak arkadaşlarımın çok yakınımda olduğunu bilmek....Çok güzel.

Sizi çok seviyorum! Keşke hep yanımda olabilseniz... ama yıllar kim bilir bizi nerelere savuracak...?!::!..

Zaman yönetimi... Ne dersen de adına.

Bir işi bitirmek, ona ayırdığın kadar zaman alır.

Lise sonda 8 saatlik okulun 40 dakikalık öğle tenefüsüne koro çalışmasını sığdırıp, akşam okuldan sonra öss zımbırtısıyla başa çıkabilmek için çagep'e de 2-3 saat verip, ondan sonra da sat 19.30da Çankayalara gidip ordaki opera çalışmasında kenidimi soprano olarak buluvermiş bi insanım ben. Gece 10.30da eve varıp, o saatten sonra yemek yiyip 12'de ödeve başlamış insanım ben. Sabaha karşı yatmış, masanın üstünde uyuyakalmış ya da hiç yatamamış....
Sayısız testi bi kenara itip bitirme tezi yazmış, group 4 projesini alnının akıyla bitirmiş, her biri en az 3 saat süren (ki 14 saat süreni biliyorum) 25 tane deney raporunu yazmış, edebiyat ve ingilizce dersleri için deli gibi roman vs okumuş, onların sunumlarını hazırlamış, ta İstanbul'a gidip TOK Conference'a katılmış, sonra yine okulda dönüp IBnin abidik gubidik işleriyle uğraşmış bi insanım ben. Benimle aynı dönemi paylaşan sınıf arkadaşlarım gibi...
O zaman bunca şeyi yapmışım da... şimdi topu topu 23 saat dersim var haftada, hiçbi şey yapmaya zaman bulamıyorum! Ödevler son aana kalıyor, spor yapamıyorum, kitap okuyamıyorum, uyuyamıyorum, bir iki karakalem çalışması dışında resim de yapamıyorum, haftasonu koro çalışmasına gidemiyorum....

Tembel mi oldum ben?

Bir işi bitirmek, ona ayrılan kadar zaman alır.

Ödev olsun mesela: 1 saatim varsa 1 saatte, 5 saatim varsa 5 saatte bitiyor. o 5 saat de şöyle: aslında 1 saatlik iş ama ben ilk 4 saati ya planlamayla ya da of çok sinir bi ödevim var diye söylenmekle geçiriyorum sanırım... ya da yine bi şeye takılmış kafam, dünya ne kadar adaletsiz bi yer diye düşünmekten işe başlayamıyorum.. olcak iş mi? olur ama işte....
kim ne derse desin, IB bana çok şey öğretti. En önemlisi de, ne kadar çok işim olursa olsun bir şekilde hepsinin altından kalkabileceğimi.

2001 yazında, bu IBnin aktivite yapma zorunluluğundan dolayı yağlı boya resim yapmaya başladım.

Nil Karaibrahimgil'in dediği gibi:
"İyi ki yapmışıııııım:)"

işte o ilk yağlı-boya tablolarım bunlar:


Öyle ki..

Ben beni bilirim,
Gel gör anlatamam,
Gir bak içerde
Hem bahar hem güz...

Sezen Aksu
(1993-Deli Kızın Türküsü albümünden)

Hamlet in George Orwell's "1984"

Lise sonda İngilizce dersi için bi yaratıcı yazma çalışması istenmişti bizden. Ben de Shakespeare'in Hamlet'i, George Orwell'ın 1984'ünde yaşasa dudaklarından neler dökülürdü acaba diye düşündüm ve bunları yazdım Hamlet'in ağzından. Shakespeare'i taklit etmeye çalıştım bir miktar; bir de Hamlet'in karakterini yansıtmaya çalıştım sözlerinde. Artık ne kadar olduysa... 1984te geçen bazı uydurma sözcükleri (örn. Miniluv) aynen kullanmak zorunda olduğum için Hamlet'in ağzına pek yakışmadı gerçi, ama artık bağışlayın...

---

Oh, this unweeded garden would be shaken
By the grating blast of the Everlasting’s breath
Or else the mere fog would beg for sunshine
As it settles down on this dark piece of human garbage
When it hears that they call it a “land”.

Oceania, fie on’t, ah fie!
What would Jesus say if he were to suffer
The endless disgust of this suffocating dust
Growing each day with the Two Minutes Hate?
Minitrue, they call it, would be shattered into pieces
Had Mnemosyne* seen them alter the past.
Ophelia, my precious,
If thou were here, mine solid soul would fail resisting
And would commit the worst of all sins.
Love, that blossoms in my wounded heart,
Would bring my end
Behind the railings of Miniluv.

O God, God, thou let my uncle take my father away
And beteem the rust of hell settle down onto this land.
The dim-faced beast, thy name is Big Brother
Now feeds the dust and blows it into
Their eyes, ears, hearts and souls
Burying them into more indifference
Drowning their conscience in the eternal clay of fear.

Nay it is not helpful, nor can my frail body
Resist it alone. But who in this mortal world
Whereon people are apathetic conformists
Can share his disgust with me, Hamlet,
And break the chains of adulation around their necks
Which were grasped years ago by that dim-faced beast?
No way, I cannot draw my sword alone.
Time will give me the plan
Of how to crack the walls of the ministries.
So I should wait till they miss one secret infirmity
That will give me the clue of when to kindle
The flame of this inevitable revenge.


Ere yet the essence of my stormy grudge
Had not started its fight against it,
They came. Oh most spy-like speed, to denounce
With such dexterity to the Thought Police.
It is not, nor it cannot come to good.
But stab, my heart – if not done yet – for I must face it.

Fear it “watcher” – or whatever thy call thyself.
From this time forth,
Thou art mine enemy.
My thoughts be bloody or nothing worth.
Hear it Big Brother!
Thy slaves chasing my thoughts can kill me,
And feed the worms with my head.
Still, even after seeing my dead head in the basket,
My cold hands be on your back.
Fear it Big Brother!
T’will be my turn to act the “watcher”
Until thine mortal spirit leaves thee
With thy pulseless creepy pelt.


* In Greek mythology, Mnemosyne was known as the godess of memory.


Ayşegül Girgin
Nisan 2004