30 Temmuz 2007

“Danimarka’da bir garip değişim öğrencisi” olmak


Dönem: Bahar 2007
Yer: Aarhus School of Business, İşletme Fakültesi
Ülke: Danimarka

Şehre yeni gelmişsin ve daha neyin nerde olduğunu öğrenememişsin, pat diye kitap alma stresi başlamış. Ulan Avrupa'da fotokopi yasaktır, telif hakkı falan diye uğraştırırlar adamı diye düşünürsün, zaten şehirde de fotokopici bulamamışsındır...

Sonra gider "aman beeee orjinal alayım yaa zaten evladiyelik kitaplar bunlar, saklarız hem, zaten babam kredi kartıyla almamı söylediydi..." dersin ve okulun kitapçısına dalarsın. 1.5 saat kitapları aradıktan sonra yaklaşık 10kg yükle kasaya gidersin. Kadın her bir kitabı geçirir barkod okuyucudan ve toplam tutarı söyler. Sen anlamazsın tabii ve yazar-kasanın göstergesine bakarsın: "2350 DKK" (~600 YTL)

Sonra kadere razı gelip kredi kartını uzatırsın. Kadın 3 kere 5 kere denetir şifreni falan ama yine de kart çalışmaz. Uzun uğraşlar ve Türkiye'deki bankanla yaptığın uzuuun telefon konuşmaları sonunda pes edersin ve fotokopici aramaya halin kalmadığı için "yeter ulan" dersin; cüzdanından bi 2350 kuroncuk (DKK) attırıverirsin (!), tam ordan son sürat kaçacakkeeeeen...:

Her gün gibi o gün de dışarda yağmur olduğunu hatırlarsın. Kitapçıya gidip kitapları saklamak için ek poşet istersin, o da senden bikaç kuroncuk daha ister; boyun eğersin.

Baştan kazığı bu şekilde yiyip, bir de üstüne fiziksel ve psikolojik dayanıklılık testlerinden geçtikten sonra, bir an için dedim ki kendikendime: "Madem bu kadar eziyet çektim, bari dersleri takip edeyim de aldığım kitaplar bi işe yarasın".

Vee tabii ki öyle olmadı. Olacağı varmış, ama yine de olmadı.

Asıl konuya gelirsek:

Bu okulda şöyle bi şey var: Hocalar etkisiz eleman gibiler nerdeyse ve derse başlarken sizin o günün konusunu (50-60 sayfa) önceden okumuş ve kitap yazarının kafasının içini tamamen sindirmiş olduğunuzu varsayıyorlar. Hele ki böyle komik şemalar varsa kutucuklu, oklu falan; işte onları da pek bir seviyorlar. Üstünde saaatlerce konuşabilirler. Bir de şu var: Sınıftaki Danimarkalı popülasyonu yüksekse, ezilme riskiniz çok yüksek. Bu Danlar genelde okul dışında bir de çalışırlar.. İşte pazarlama şirketlerinde, mağazalarda, reklam ajanslarında, ithalat firmasında vsvsvs... (Hehe haftasonları da postacılık ya da barmen/barmaid'lik yapar lar bazıları) Bu insanlar derste bi fırsatını bulup hemen iş yerlerinde yaşadıklarını anlatmaya başlarlar. İşte bi şekilde konuyu o kitaptaki ipe sapa gelmez teorilere bağlamaya çalışırlar.
Eğer sınıfta bol miktarda exchange (değişim öğrencisi) varsa, ya da daha kötüsü, sınıf tamamen exchange ise... İşte o zaman durum biraz farklı: O zaman da ders boyu herkesin boş boş konuşup "bizim ülkemizde bunu şöyle yapıyorlar....." "benim ülkemde bi coca coca reklamı vardı...."lı hikayeler anlatmalarını dinlemek zorunda kalırsın....ki eğer konuşan, bir Fransız ise.... owffff.. Anla anlayabilirsen. Zaten 2 dakikalık şeyi 15 dakikada anlatır bunlar kelimeyi düşünmekten. Onu da adam akıllı anlatamaz zaten.

Velhasıl efenim bu Danimarkalı kısmısı bi acaip olduğundan, bu çocuklar evde harıl harıl okurlar her dersten önce 2 chapter, Case'ler dahil, ve altını çizmekle kalmayıp bi de akıllarına gelen örnekleri falan post-it'lere yazarlar ki derste tutup anlatabilsinler diye. Ve eğer sen evde okumamışsan, o ders zul gelir. burnundan gelir... Hoca iki kelime konuşup da bi şey anlatmadığından, dersi öğrenciler götürür zaten, ya da her hafta öğrencilerin sunum yaptığı bir dersse yine 2-3 dakikalık anlatımdan sonra 20-30dk da tartışılır sınıfta. Şans burda en önemli faktör. Asla ve kat'a hafife alınmamalı! Sınıftakiler kafaysa yırttınız: Boyna reklamlardan, coca cola'dan ve McDonalds'tan konuşulur, sen de televizyon izleyen her Türk vatandaşı gibi izlediğin reklamların üstüne iki kelime de hikaye yazıp tartışmaya katılırsın. Amaaaa... sınıftakiler inekse, ki Danimarkalı popülasyonuyla doğru orantılıdır bu ineklik seviyesi, o zaman tartışılan konu reklamlar falan değil kitaptaki aptal bir şema olur ve dünyadan tamamen koparsın. Her iki durumda da sınavda dumur olursun. Sınıf geyikse ve yıl boyu geyik yapılmışsa, o geyiklerin sınavda çıkmadığını farkettiğin an artık çok geçtir. Sınıf inekse ve sürekli şemalar tartışılmışsa, o şemaların da sınavda çıkmadığını farkettiğinde yine çok geçtir. Aslında zaten o şemaları bi türlü anlamamış ve kaale de almamışsındır ama yine de insan yıl boyu görmeye alıştığı şeyi görmek istiyor ya hani sınavda...Bir süre sonra bu eziyete dayanamaz ve exchange hayatının da turistik amaçlarını ön plana çıkarmaya karar verirsin. Okulun 2. ayından sonra derslerin anca %20'sine katılırsın ve kitapları da rafa kaldırıp orda tozlanmalarını beklersin. Bir gün, bi derse 2 aydır gitmediğini farkedip noluyo derste diye öğrenmek adına sınıfa uğramak gibi bir hata yaptığında, 10. dakikada bunalım hat safhada olduğundan durumu daha fazla kaldıramayıp kendinizi dışarda bulursun. Derin derin nefes alırsın. Kanındaki oksijen seviyesinin tekrar normale dönmesini beklersin bir süre, gider Kafeeen'de çalışan yakışıklı Dan çocuktan muffin ve cappucino alırsın. Çocuğa şirin görünmek için Danca konuşmaya çalışırsın, ama tabii ki batırıp rezil olursun. İyimser ihtimalle komik olur, yine de şirin görünmeyi başarırsın. :)

Tabii tüm bunlar, Alman değilsen başına gelir. Almansan, ki değilsin ben biliyorum, o zaman sen de en az bir Danimarkalı kadar çalışıp kitabın altını falan çizersin. Hatta çok Almansan bi de akşamları diğer exchangelerle veya Danlarla dışarda veya yurtta eğlenmek varken oturur biraz daha ders çalışırsın. Günde 7 saat çalışmak falan asla yetmez çünkü sana. Ama Alman olmadığını biliyorum, için rahat olsun ;) Rahat rahat gez dolaş valla, tadını çıkar fırsat varken.

Velhasıl haziran gelip çattığında birden kitaba bakar ve dersin ki: "Hadi canım! Bunların tamamı olamaz sınavda, kesin bazı bölümler atlanmıştır da ben sınıfa gitmediğim için bilmiyorumdur...." Hemen bir Alman bulursun ve sorarsın saf saf: "sınavda hangi konular yok?" Sınavda bazı konuların olmayabileceğine ihtimal vermen bile bu Almancığı şaşırtır tabii... Elinde kitap, muhtemelen 25 chapter falan... Kalırsın oracıkta. Kal gelir bir nevî.
Sonra işte can çekişmeler, "sınava girmesem nolur ki Türkiye'de başka seçmeli alırım" hayalleri, "zaten exchange'lerin sınavlarını torpilli okuyolarmış" diye kendini motive etmeye çalışmalar, boşa kürek çekmeler, "vazgeçtim girmiyorum sınava"lar vs.....vs...vs..

Sonra bir de şu var Danimarka'da: not sistemi 13 üzerinden. minimum geçme notu 6. 13ü kimseye vermiyorlar, böyle bir gelenekleri var. Kolay derslerde 11-12yi %1lik dilim alıyor, 9-10 aldın mı %5-10luk dilime girmiş oluyorsun 7-8 ortalama çıkıyor...ama ders 2. veya 3. sınıf dersiyse, hele bir de sayısalsa, o zaman ortalama 5.5 falan çıkabiliyor. 8 Accaip güzel bir not oluyor ve çoook zor alınıyor.

ve gelelim dünyanın gerçeğine: minimum geçme notu Danimarka'da 6 olabilir ancak bu seni yanıltmasın. Gururlu bir Bilkent genci olarak senin minimum geçme notun 8!!!!! Haydi buyrun cenaze namazına. Charlotte devreye giriyor ve onun "international student councellor" olması bile Anjariitta(*)'nın not değerlendirme sisteminde oynama yapmaya ikna olmasına yetmiyor.
sonra o 600YTLlik kitapları Türkiye'ye taşımak için ek yük parası vermek de cazip olmadığından.... Danimarka topraklarına yaptığın değişik bir bağış olarak adlarını ERASMUS tarihine silgi tozundan harflerle yazdırıyorlar.

ve daha neler neler... ama ben yazsam da siz okumazsınız bundan sonrasını....

(*) Anjariitta Rantanen, Bilkent Üniversitesi’nin ERASMUS Değişim Programı işlerinden de sorumlu olan çok süper hocası. Her işin altından kalkar. Her okula lazım. Ama niyeyse not sistemi olayı çözülemedi, ona çok şaşırdım :s

27 Mayıs 2007

Brüksel gezisi ve bira şaşkınlığı

Mart 2007 sonunda Paskalya tatili sayesinde Brüksel’e gittim. Garip bir şehir. Devasa Avrupa Birliği binalarının arasına sıkışmış eski Belçika evleri, savaşlar sonrasında yıprandıkları için yenilenen dar betonarme binalar, sarayın ihtişamı ve asit yağmurunun hışmına uğramış mimarî harikaların çevresine kurulmuş restorasyon iskeleleriyle insanı bir türlü 1 milyon nüfusu olduğuna inandıramayan karman çorman bir şehir Brüksel. Aynı zamanda da bira ve çikolata cenneti.

Belçika'nın biraya olan düşkünlüğü ise küçümsenecek gibi değil.

Tavsiyeler üzerine ayaklarımız çatlayana kadar aradığımız Delirium Café'den bahsetmek istiyorum.

Daha önce hayatımda hiç 7cm kalınlığında menü görmemiştim. Bu aslında bir menü dosyasıydı, ve önsözü aynen şöyleydi:

Dearest customers,
Delirium Café offers you
2500 beers from our menu. Some of these beers may be out of stock for diverse reasons (production problems, importation difficulties etc.).However, we guarantee a minimum of 2004 beers
to be available at all times. We ask you, equally, to be patient as the coordination of such a large number of products is not always a simple task for our personnel – especially during peak business hours.

Thank you for your patience, your understanding and your custom,

Delirium Café Management
http://www.deliriumcafe.be

Olacak iş değildi: 2004 çeşit birayı sağlayacaklarına söz verdikleri gibi, bir de 2500 çeşidi her zaman bulunduramayacakları için özür diliyorlardı!!!

Menünün sayfaları arasında dolaştıkça şaşkınlığım iyice artıyordu. Her sayfada 2-3 çeşit biranın resmi ve açıklaması vardı: Tarihçesi, özellikleri, yapılışı... Fiyatlar ise 1.40€'dan 30€'ya kadar çıkıyordu.

Gezi için okulun ayarladığı otobüsün şoförü ile muhabbet etme şansımız olmuştu bir ara yemekte. Onun anlattığına göre, Belçika'daki bazı bira meraklıları, bira içimi hakkındaki tarifler konusunda çok titizlermiş. Her tip biranın kendine özgü bardağı varmış ve kaç cm köpükle içilirse en güzel tadı vereceği belirtilirmiş. Bu bira meraklıları, değişik yerlerden gelen özel koleksiyon şişelerini de saklar, sergilerlermiş ayrıca.

Bense hâlâ bira içerken suratımı ekşitmekten kurtulamamışken nerde kaldı santim santim köpük hesaplamak!...

20 Mayıs 2007

Aarhus'ta doktor sorunsalı

Herkesin bir doktoru var burda. Kimlik kartınızda adı, adresi ve telefon numarası yazıyor, ve hastalandığınızda ilk bu doktora gidiyorsunuz. Kanser falansanız sizi hastaneye sevkediyor, ama onun dışında solunum, sindirim, boşaltım, dolaşım, üreme, sinir vs vs bütün sistemlerinizin muayenesi için bu doktora gidiyorsunuz.

Ama şöyle bir durum var ki, bu doktor kısmısı sürekli meşgul oluyor. Kulak ve boğaz ağrısından ölmek üzeresin, aldığın ağrı kesiciler ve pastiller kâr etmemiş, ‘gideyim de bir bilene sorayım’ modundasın....

Ararsın muayenehaneyi: biip biip

Otomatik cevaplama sistemi devreye girer ve uzuuun uzun Danca konuşur: “Vilkommen til mouhdll uoolğğ. Komma hyommn uoltild huoüğğua vent ventidlt list. Ğüülsğğ mouve hil.”

Tahminen, bekleme listesine alındığını anlarsın ve beklersin. Mesaj 2-3 kez daha tekrarlanır. Sonunda asistan-sekreter-laborant karışımı, ne olduğu belirsiz kadın telefonu açar.

Randevu istersin. “Randevuları sadece 9-12 arasında alabilirsiniz, yarın o saatler arasında arayın lütfen” der. Dumur olursun.
“Ama... ama... ama... Ben ölüyorum galiba! Geceleri uyuyamıyorum ağrıdan, öksürmekten, çift görmeye başladım artık!” falan dersin.
Cevap: “Bugün çok yoğunuz, lütfen yarın 9-12 arası arayın.”

Telefonu alıp duvara fırlatmak gelir içinden.

Ertesi gün saat 9.05’te tekrar arayıp yine uzunca süre bekledikten sonra asistan kadından randevu istersin. Sana CPR numaranı sorar. Bu, sigorta kimlik numarası gibi bir şey. Oldukça uzun olan bu numarayı tek tek telefonda sayarken, kadın İngilizce konuşmaktan duyduğu rahatsızlığın doruklarındadır ve sayıları yanlış anlar; haydi baştan alırsın sayıları. Tam ortasındayken, odandan bir türlü tam sinyal alamayan telefonun intihar eder ve bağlantı kesilir.

Tekrar ararsın, tekrar uzunca bekledikten sonra kadın açar telafonu, sanki her gün 20 kere telefonda İngilizce konuşan hastalarla uğraşıyormuşçasına seni hatırlamaz, 5 dakika önce konuştuğunun da farkında değildir. CPR numaranı başarılı bir şekilde kadına yazdırdıktan sonra sana sonraki haftaya randevu verir...

İşte o an.... 38.5 olan ateşin 41’e çıkar, vücut hücrelerin tek tek yok olmaya başlar, boğazındaki bademcikler yerinden oynarcasına batarlar boğazına, ve kulaklarındaki tiz biiiiip sesi birden cızırdamaya başlar....

Sinirini kontrol etmeye çalışarak, “Daha erken olmaz mı acaba?” dersin.

Kadın, “Şikayetiniz nedir acaba?” diye sorar. Anlatırsın ızdırabını.

“Hmm o zaman bugün 10.30’da gelin” der.

--
“Madem boşluğun vardı 10.30’da, niye beni haftaya attın yahu??!?!?!” diye haykırmak gelir içinden.


16 Nisan 2007

Hiç yakışmadı...

Gerçekten de hiç yakışmadı bu bana.
En son 27 Şubat'ta yazmışım.
Eh hal böyle olunca da yazacak çok şey birikti.
Saat 20.28, güneş daha batmadı, çimlere yayılmış "nasıl anlatsam nerden başlasam" diye düşünüyorum.
Evet evet, kesin bu hafta bitirmeliyim yazacaklarımı. Hafta sonu Kopenhag'a gidiyorum çünkü. Hazır Utku da İsveç-Finlandiya gezisindeyken fırsattan istifade oturup yazmalıyım... Bir ara, paskalya tatilinde Brüksel, Maastricht ve Amsterdam'da çektiğim yaklaşık 800 fotoğrafı da düzenleyip gereklileri seçebilirsem, msn alanıma yüklmeliyim....

Hadi bana kolay gelsin.

27 Şubat 2007

Kopenhag semalari

Evet ucakta dijital kamera vs kullanmak yasakmis.
ama bunu yeni ogrendim.
Bir ay once haberim yoktu.

Gercekten!!!


Iyi ki de yokmus. Bakin ne cektim ben ucaktayken:

20 Şubat 2007

Türk-Dan Benzeşmesi

Hani internette dolaşan ya da gazetelerin sayfalarındaki boşlukları doldurmak için kullanılan, “sadece bir türk _________________ yapabilir”lerden oluşan yazılar vardır ya... Hatta bir amcamız bu fikirleri “Selam Dünyalı, Ben Türküm!” adlı kitabında bizzat kaleme almıştır.

Diyorum ki, o kadar büyük konuşmamak lazım.

İşte Türkiye’deyken hakkında ileri geri pek bir konuştuğum; ancak buraya gelince Türklere has olmadığını farkettiğim davranışlar:


1. Otobüste ayakta durmaya meraklı insanlar var. Sürüyle boş koltuk olsa bile ayakta bekleyen genç yaşlı çeşit çeşit insan gördüm. 2 durak sonra ineceklerini düşündüm ama en az 6-7 durak boyunca ayakta bekleyenleri görünce vazgeçtim.


2. Değil Türklere has olmadığını farketmek, yere tükürme alışkanlığının Danimarkalı erkekler arasında bizim Türklerden daha öte seviyede yaygın olduğuna kanaat getirmiş bulunmaktayım. Yolda yürürken yerdeki sarımtrak kirli-beyaz lekeleri görmek insanı pek neşelendirmiyor doğrusu. Aslında bizdeki daha bir edepli adaplı: Türk erkeği, futbolcu değilse, yolda yere tükürme ihtiyacı hissettiğinde 1 saniyelik de olsa etrafa bakar ve kendince uygun bulursa tükürür. Birinin kendini gördüğünü farkederse utanmaz belki, ama yine de bir şeyler, tükürmeden önce onu etrafında kimse olup olmadığına bakmaya iter. Yine de etrafında birileri olsa bile tükürmekten vazgeçmemesi ilginçtir. Ancak yine de önemli olan niyettir diyerek, Türk erkeğini Danimarkalılardan daha masum sayabiliriz. Danimarkalı erkekler bunu bile yapmıyor. Yanlarında çocuk varmış, kız arkadaşları varmış, karısı varmış, yaşlı teyze/amca varmış hiç umursamıyorlar. Her yer tükürme kabı misali! Avrupa’da böyle bir şey göreceğimi hiç tahmin etmemiştim mesela. Çok büyütmüşüm galiba gözümde.

3. Ayakkabılarının arkasına basanlar var. Evet, yapıyorlar bunu.


4. Otobüste olağanüstü saygı bekleyen yaşlı teyzelerden burada da var. Koskoca körüklü otobüste 15’ten fazla boş yer varken ille de ön kısımda oturmak isteyen teyzem bu kısımda yer olmadığını görünce inat edip ayakta bekliyor ve kendi kendine söylenmeye başlıyor. Evet Danca bilmiyorum, ama hoş şeyler söylemediği her halinden anlaşılıyor teyzemin. Sonunda ben dayanamayıp kalkıyorum ve yerimi teyzeye veriyorum ve teyze söylenme halinden en ufak bir ödün vermeden; ama zafer coşkusuyla göğsünü gererek teklifimi kabul ediyor. Bense geriye kalan sayısız boş koltuktan birini seçip oturuyorum.

5. Kaldığım yerin görevlisine ihtiyacım oldu ilk yerleşme aşamasında. Gel gör ki adamın görüşme saatleri haftaiçi sadece 8.30-9.00 arası. İlk şoku atlattıktan sonra bir sabah nihayet zamanında kalkmayı başardım ve ofisine gittim. Kapının kilitli olduğunu farkedip dumur olduktan sonra panodaki notu gördüm. Burada oturanların nerdeyse yarısının Danimarkalı olmadığı bir gerçekti; ama yine de not Danca yazılmıştı!!! Bir kağıda yazdım notta yazanları ve okula gidip danışman arkadaşa tercüme ettirdim: “Görevlinin ofisi başka bir yere taşınmıştır, isterseniz telefonla bağlantıya geçebilirsiniz.” Suratımdaki afallama ifadesini yok etmek çok kolay olmadı. Bir, o “başka bir yer” neresiydi? İki, niye telefon açıyordum? Üç, telefon numarası neydi? Böylesine işe yaramaz bir notu Türkiye’de görsem pek şaşırmazdım heralde ama burada böyle bir şeyle karşılaşmak beni çok şaşırtmıştı. Sonra e-posta ile bağlantıya geçtim adamla. Yeni ofisinin yerini de sordum. Cevap: “Ofisim taşınmadı ki! Hâlâ 193 numara!”

!?!?!?!?!?!?!

Alışıyorum ama artık....

6 Şubat 2007

Danca`da ogrendigim ilk kelimeler

Iste mecburiyetten ogrendigim ilk kelimeler ve hikayeleri:


"kun rutebiler": sadece otobusler icin (rutebil: otobus)

Aarhus havaalaninda bavullari yuklendik ve sehre giden servisin duragini ariyoruz. Birkac tane tabela var ve biz nerede beklememiz gerektigi konusunda kesinlikle hicbir sey bilmiyoruz. Iste o an cantamdan ilk kez cikardam Danca-Turkce sozlugumu. O kadar ugrastim bu iki sozcugu bulmak icin ve sonucta isime yaramayan bir sey cikti. Arabalar orada duraklamasin diye konmus bir tabelaymis sadece. Tabii sonra ogrendik ki sehir servisini 10 dk once kacirmisiz zaten ve sonraki servis de 2.5 saat sonraymis. Ve inanmazsiniz, havaalaninda in cin top oynuyor... Sadece calisanlar var ve onlar da ofislerinde mis gibi kahvelerini yudumlamakta. Aarhus`un gercekten kucuk bir yer oldugunu o an anladim. 2.5-3 saatte bir ucak iniyormus havaalanina ve 10 dk icinde de yolculari servisler alip goturdugu icin ortalikta pek kimse olmuyormus...

lukket: kapali

Bunu cok yerde goruyorum. Burda insanlar hic calismiyormus gibi geliyor nerdeyse. Bankalar kapali, haftasonu marketler kapali, doktor muayenehanesi kapali, eczane kapali, marketteki kasa kapali, International Office kapali, Civil Registry kapali, okulun danisma ofisi kapali..... Lazim olan yerler hep kapali!!! Ogrendik Utku`yla; ornegin supermarketlerin calisma saatlerini bilgisayara not aliyoruz- her birininki farkli. Cumartesi acik olan var, kapali olan var, erken kapanan var, gec kapanan var... Insanlar haftaici calisip haftasonu alisveris yaparlar bizde. Bu nedenle magazalarin cumertesileri acik olmasi dogaldir, hatta zorunluluktur. Ama burda cumartesileri sadece 10.30-13.00 arasi acik olan magalazar var mesela... Hos degil.

luk: kapat

bunu kantinin mutfaginin kapi araligindan iceri bakarken gordum. icecekleri sakladiklari bir buzdolabi var. Kapagina bi cumle yazmislar, son kelimesi de luk. Herhalde "Kullanmadiginizda kapatin" gibi bi sey olsa gerek dedim...

tilbud: indirim

Bircok urunun uzerinde bu etiketi gormem mumkun. Ancak herkese gore farkli bir kavram indirim. Evet muzun TANEsini 1.2YTL den 80 kurusa indirmek, indirim kategorisine giriyor ama Turkiye`yle karsilastirinca anlamsiz kaliyor tabii.

cykler: bisiklet

Burda neredeyse hic yokus yok. Olanlar da cok dar acili. O yuzden neredeyse dumduz bir yer oldugunu soyleyebilirm. Hal boyle olunca da herkes kapmis bisikletleri, fildir fildir geziyor tabii. Her yanda bisiklet satis ve tamir dukkanlari, otobuslerin uzerinde indirimli bisiklet satisi reklamlari, bisiklet markalari vs gormekten bunaldik. Biz de yarin polis istasyonundan 2. el bisiklet almaya gidiyoruz. Calinti bisikletleri satiyorlarmis orda. "Guzel bisikletmis ki calinmis" mantigi dogruysa, yasadik! Ama parcalarini almak icin calmissa birileri, o zaman hayal kirikligina ugrayabiliriz kanimca...

2 Şubat 2007

ilk izlenimler

19 Ocak’tan beri o kadar çok şey oldu ki, her gün not tutmadığım için her şeyi hatırlayamıyorum. Ama 30 Ocak 2007 itibariyle aklıma gelenleri kısa kısa notlandırmaya çalışacağım:


1. Yaklaşık 120 tane yeni girişli uluslararası öğrenci var. 6 gruba bölündük ve aramızda kendi dilimizi konuşmamamız ve yeni insanlar tanımamız için U.’yla beni ayrı gruplara yerleştirmişler.


SONUÇ: Evet bir sürü yeni insan tanıdım, ama İngilizce konuşmaya o kadar alıştım ki 3. günden beri U.’ya bile bir şey anlatacağım zaman İngilizce başlıyorum, sonra U.’nun garip bakışlarını görünce Türkçe’ye dönüyorum. Türkçe anlatımım da zayıfladı, bu yazıyı yazarken bile zorlanıyorum; yazmadan önce aklımdaki İngilizce cümleyi Türkçe’ye çevirmeye uğraşıyorum. İlginç bir deneyim.

(Ekleme 02.02.2007) Artik U. da benimle Ingilizce konusuyor. Hatta bazen kendi kendine de...

2. Bizi nerdeyse şehir dışı sayılabilecek bir yere yerleştirmişler. Tilst diye bir yer, sokağın adı Stavnsvej ve “Staunsvai” gibi okunuyor; ama taksiye veya otobüse bindiğimizde şoföre ineceğimiz yeri söylediğimizde bir türlü anlamıyor. Bir süre sonra anlamaya da çalışmıyor zaten; hoş değil.

SONUÇ:

Otobüse binmeden önce duraktakilere sorulur:

-Does this bus stop at the Aarhus School of Business?

-What?

-Aarhus School of Business.

-The Universitetet?

-Yes.

-Oh yes it does.


Otobüse binilir. Her durakta bizim okula benzer bir yer aranır, bulunamaz ve sonra şoföre sorulur:

-Does this bus stop at the Aarhus School of Business?

-Which one?

-...!?!?!?!!?....Are there others??? Oh I think this is on the “Fuglesans Allé”.

-Where???

-Fuglesans Allé.

-“Fauyens Aley?”

--No. Fuglesans.

-“Fuğlsns Aley”??

-Oh, might be. (???!!!)

No, this is the wrong bus. Take off here and take bus number 12 to Park Allé (city centre) and then take bus number 15.


ÖNEMLİ NOT: Meğerse Aarhus School of Business bizim okulun yeni adıymış. Aarhus Universitetet dedikleri büyük üniversiteyle birleşince bu ismi almış. Herkes bizim okulun adını “Handelshøjskolen” diye biliyormuş, ama tabii ki bu ismi biz söyleyince yine anlamıyorlar.



3. Güneşin aldatıcılığı hat safhada.

SONUÇ: Sabah güneş görülür, yemyeşil çimler ve kuş cıvıltıları insanı cezbeder. Uzun kollu t-shirt ve mont giyilir, güneş gözlüğü takılır, yakındaki süpermarkete gitmek üzere dışarı çıkılır. 15 dakikalık yolculuğun 10uncu dakikasında birden bulutlar ortaya çıkmakla kalmayıp bir de kararırlar. 11inci dakikada sırılsıklam olunmuştur ve esen rüzgarla kot pantolonlu bacaklara felç inmiştir, kulaklardan giren rüzgâr beyni dondurmuştur ve gözlerden yaş, burundan malûm sıvı akmaktadır. 15inci dakikada en yakın barınak olan süpermarkete varılır ve içeri girilir. 16ncı dakikada bulutlar ve yağmur yok olmuştur ve güneş pişkin pişkin sırıtmaktadır. Ve sen, iç cebindeki not kağıdının nasıl hamur haline geldiğine şaşırmaktasındır hâlâ.

ÖNEMLİ NOT: Kar yoksa kesin her gün yağmur yağıyor; ama ne zaman yağacağını tahmin etmek zor olduğundan her helükârda sırılsıklam kalınıyor. Kazak, palto, yağmurluk kâr etmiyor, kadere razı olmaktan başka bir şey gelmiyor elden. Beresiz dışarı çıkmak ise büyük hata; beyin damarlarındaki kanın donduğunu hissediyor insan. Hayır bir de buranın en sıcak kışına denk gelmişiz güya...



4. Hayretler içinde kaldım, okulun içinde, hemen girişte sağda KLUBBEN adında kocaman bir disko-bar var! Öğrenciler tarafından kurulmuş ve onlar tarafından işletiliyor. Haftaiçi Perşembe hariç her gün 17.00ye ve perşembeleri sabah 2’ye kadar açık. Evet, ders saatinde bile alkollü içki satışı var. Ama uyarıldık: “When in Rome, do as the Romans do” prensibi bir yere kadar işlemekte. Danimarkalılar gündüz hem bira içip hem derse girecek kadar sağlam kalabiliyorlar ama bu bizim için geçerli olmayabilir. Herkes haddini bilsin canım a-aaaa!....

SONUÇ: Perşembe geceleri nerdeyse bütün Aarhus gençliği Klubben’e geliyor ve içeride adım atacak yer kalmıyor. Bir de nasıl beceriyorlar bilmiyorum ama saat 8de zaten herkes yeterince alkol almış oluyor, ondan sonra gırgır-şamata derken dans pistinde iğne atsan yere düşmüyor. Ah bir de burda insanlarda bir düşme huyu var, ondan da bahsetmeden edemeyeceğim. Sandalyede oturan biri bir anda büyük bir gürültüyle yere düşüyor; ama bu yığılmak değil, kaymak değil, çok başka bir şey. Böyle sanki bir apartmanın ikinci katından yere çakılır gibi düşüyorlar. İlginç.

ÖNEMLİ NOT: Perşembe gecesi Klubben’e gidilecekse büyük bir çanta alınacak ve bir kimlik ve biraz paradan daha fazla ıvır-zıvır alınmayacak. Palto çantaya konacak ve vestiyere teslim edilecek. Öyle fotoğraf makinesiymiş, tarakmış, makyaj malzemesiymiş, mendilmiş vs alınmayacak; çünkü arada vestiyere gidip çantadan bir şey almak gerektiğinde yeniden ücret ödemek gerekmekte. Çantayı vestiyere vermeyip içeri almak da şöyle sakıncalı: Tamam kimsenin çalacağını sanmıyorum, muhtemelen ordaki insanların benden çok parası var; ama maazallah biri üstüne düşer, ezer, üstüne bira döker falan, uğraşırız sonra. Hiç gerek yok.


5. Bu olaya bayıldım: Okul sınırları içinde her noktada kablosuz ve kablolu internet mevcut. Hangisi bilgisayarına uygunsa onu kullanıyorsun.

SONUÇ: Her taraf laptop kaynamakta.


. İnsanların bira içme potansiyelleri akıl alır gibi değil. 1 litrelik suyla 50lik biranın fiyatı aynıydı galiba yanlış hatırlamıyorsam.

SONUÇ: Akşam 6’da otobüs durağına gidilir, otobüsün güzergah tablosu incelenirken arkadan bir ses, ah pardon, alkol kokusu gelir ve ardından Danca bir şeyler duyulur. Cümlede sadece Danca’da ilk öğrendiğin sözcük olan “rutebil” (otobüs) sözcüğünü seçebilirsin ve sonra anlamadığını belirtmek üzere “Excuse me?” dersin. Adam hiç şaşırmadan İngilizce’ye geçer ve otobüsün gelmek üzere olduğunu söyler. Elindeki torbayı oynattıkça içinden gelen boş şişe seslerini duyarsın ama adamnı bakışları gayet nettir, belli ki henüz limitlerini geçmemiştir. Muhabbet edince ortaya çıkar ki kendisi Greenland’den gelmiştir ve şu an için evsizdir; kalacak bir yer bulur bulmaz okula (üniversiteye) kaydolmak istemektedir. Nereye gitmek istediğini sorar, elindeki adres kağıdını gösterirsin, sana haritada oranın yerini gösterir, ve otobüs oraya yaklaştığında sana haber verebileceğini söyler. Otobüse binilir, sen emniyet olsun diye adamın yanına değil, 10 sıra önüne oturur ve ona güvenmeyip şoföre söylersin ineceğin yeri. 10 dakika sonra şoför seni çoktan unutmuştur ama vefâlı durak arkadaşın ta arkadan öne haber yollar ve inmen gerektiğini söyler. Teşekkür edip el sallar ve otobüsten inersin. Gelmeden önce Avrupalılar’ın soğuk olduğunu düşündüğünü hatırlarsın, ve bunu sorgularken gitmek istediğin adrese varmışsındır bile.



7. Türkiye’de bana da bu kadar para verecek olsalar, ben de çalışırım. Üstelik bir de ders programı o kadar müsait ki, birçok öğrenci iki işte birden çalışıyor. Başlangıç olarak, örneğin okulun bütün kantinleri, barları, kitapçıları ve kütüphanenin bir kısmı öğrenciler tarafından işletiliyor. Tamam Bilkent’te de öğrenciler okulun çeşitli yerlerinde çalışıyorlar ama hem burdakiler kadar para almıyorlar hem de yönetim onların elinde değil. Ders programım yavaş yavaş belli olmaya başlıyor ve bu gidişle haftada 3 gün dersim olacak gibi görünüyor. Geri kalan zamanda bu insanlar çalışmasınlar da ne yapsınlar? Mis gibi de ücret...



8. Arkadaş seçimi önemli. Çeşitli milletlerden insanların profillerinden kısaca bahsetmek gerekirse:

Ukrayna: Yanlış seçim. İngilizcesini anlamak için 3 kere takrarlatmak bile yetmiyor.

İspanya: Cevabı evet ya da hayır gibi kısa olacağı tahmin edilen sorular sorulduğunda bile en az 10 cümle konuşma yeteneğine sahip bir çoğu. Üstelik aksanları da her ne kadar sonra alışılsa da ilk başta insanı deli ediyor. Ama çok eğlenceli insanlar. İstediğin saatte odalarına girip çıkabilirsin, çok misafirperver keratalar

Fransa: İngilizce özürlü olmak böyle bir şey olsa gerek. Konuşmasını tek seferde anlayabildiğim 1 tane Fransız arkadaşım var sadece. O da Türk’e benziyor zaten. Diğer 5 Fransız ise çok tatlı insanlar ama bir de kolayca anlayabilsem...Hayır bir de cümlenin ortasında 30 saniye durup kelimeyi hatırlamaya çalışmaları var ki, Allah kimseye göstermesin.

İzlanda: Tek bir İzlandalı arkadaşım var, çok cici çocuk ama pek konuşkan değil.

Belçika: Çok iyiler aslen ama Danimarka’yı pis buluyorlar biraz. Ben Türkiye’yi düşündükçe deli oluyorum. Burdan daha temizi de varmış, vallaha helâl olsun.

Hollanda: Çok şekerler. İletişim kolay, matrak insanlar, yardımseverler de üstelik.

Finlandiya: Tek bir Fin arkadaşım var. Hemen samimiyet kurmadı, kaynaşmak için 4 güne ihtiyacı varmış, çözdük. Süper insan; bir de buz pistinde kayışı var, insan böyle ağzı açık bakıyor.

Hong Kong: Çok küçükler. Benim omzuma geliyor boyları. Çok konuşkanlar, İngilizceleri de oldukça güzel. Ama saat 7 dedin mi odaya kapanıyorlar, dışarı çıkarabilene aşkolsun.

Kanada: Sorun yok. Süper insanlar. Her eve lazım.

ABD: İngilizce dersi vermek pek hoşlarına gidiyor olsa gerek. Boyna bize deyim ve sokak ağzı öğretmeye çalışıyorlar. Şirinler aslında bir yerde, ama nereye kadar? Hele bir tanesi var ki, yaklaşık 1 dakikada 33 kere “like” diyor. Öyle ki, “like”larını saymaktan anlattığına konsantre olamadım.

"Oh it`s kind`a like the way like people do it in winter. Like, you wear like 5 t´shirts one on another and like one jumper on top of`em and like put on your winter coat too; but it`s not still like warm enough."


Norveç: Aslen mükkemmel seçim. Petrol zenginiymiş Norveç meğer. Buranın fiyatlarını çok ucuz buldular, boyna bize bir şeyler ısmarlayıp duruyorlar. Onlarlayken şimdiye kadar harcadığım para 5YTL’yi geçmemiştir heralde. Ama tabii bu kadar ukalalığa gelemiyor insan bir yerden sonra. IKEA’ya gidip yastık yorgan almaktan öte bir de envai çeşit tas,tava,tabak-çanak, bardak, kahve makinesi almakla kalmamış, bir de sürü sepet süslü mum ile saksı saksı orkide almışlar! Haftaya çek-yatlı koltuk almaya gideceklermiş ve haftasonu aileleri ziyarete gelince de onlara televizyon aldırmayı planlıyorlarmış. Peh dedim artık...
------
(ekleme 02.02.2007)
Almanya: Bolca var burda. Cok guzel Ingilizce konusuyorlar. Turklere cok aliskinlar, sasirmadim tabii. Ben birak onyargili olmalarini bekliyordum acikcasi; ama farkli davarnmiyorlar. Guzel. Ama cogu guruh halinde dolasiyor ve aralarinda Almanca konusmalari kacinilmaz oluyor. Bir de bugun farkettim, der bitince masaya vuruyolar kapi calar gibi. Daha once konusmustuk: Beatrice diye bir Alman arkadasim var. "Siz ders bitince alkislar misiniz yoksa masaya mi vurursunuz?" diye sormustu. "Biz bir sey yapmayiz." dedim. Danimarkalilar da yapmiyormus. Bugun ders bitince de Alman guruhu masa vurunca garipsedim durumu. Burayi da ev zannediyorlar ya ona bitiyorum!
-----
Danimarka: Valla daha tam çözemedim ama gördüğüm kadarıyla şöyle: Pazar günlerine dokundurmuyorlar. Neredeyse bütün dükkânlar kapalı. Süpermarketlerden bazıları açık ama akşam 5te kapanıyorlar. Cumartesileri de kapalı olan yerler oldukça fazla. Bir çoğu Danca ve İngilizce’ye ek olarak başka dilleri de konuşuyor. Bir ayakkabı tamircisine gittik 2. gün, İngilizce konuşup konuşmadığını sordum, adam resmen alındı ve Danca, İngilizce, Almanca ve Thaice konuştuğunu söyleyip benim hangi dilleri bildiğimi sordu. Ayırca Danimarkalılarla ilgili değil ama, az önce, benzin istaysonundaki markete ERİKLİ su satıldığını öğrendim!!! Ama Türkiye’de süpermarket fiyatı 30 kuruş olan yarım litrelik suyu burda yaklaşık 1.5YTLye satıyorlar.
Danimarkalılar’a yönelik izlenimlerim devam edecek...

Türkiye: Bizim okulda U.`yla benden başka Türk yok; ama şimdiye kadar 5 Türkle tanıştım. 2’si süpermarkette çalışıyor, biri bowling salonunda biri de taksi şoförü. Hepsi de Sivaslı. Konuşmadan da Türk olduklarını anlıyorsun. Üçü burada doğmuş, biri ise 6 yıldır burdaymış. Danca’yı Türkçe’den iyi konuşuyorlar

9. Cep telefonum için Danimarka’ya ait bir sim kartı aldım. Kontör hesabı işliyor ve hattı satın almanın bedeli 50DKK yani yaklaşık 12YTL. İçinde önceden yüklenmiş 25DKK’lik değerde konuşma süresi var. Internetten kontör yüklersen yurt içinde konuşma dakikada 0.39DKK, yurt dışıyla 0.79DKK ediyor. SMS ise 0.20DKK. Ancak Norveçli arkadaşların dediğine göre birini aradığında karşı taraf yanıtlamasa bile otomatik olarak 0.49DKK harcanmış oluyor. Bağlantı bedeli diyorlar buna. Hoşuma gitmedi, ama yine de Türkiye’den ucuz.
SONUÇ: Çaldırıp kapama alışkanlığımızı bırakmamız gerekecek.


10.
Bir sürü İspanyol komşumuz var. Henüz 2 tanesiyle tanışmıştık ki ikinci gün sabahın 9unda kapıyı çalıp bizi dışarı çağırdılar. Onlar İspanya’nın güneyindenmiş, ve Tony adlı arkadaş ilk defa kar görmüş hayatında, ağzı kulaklarında şakıyıp duruyordu. Kardanadam yapacaz diye tutturdular. Ama kar da elle tutulur gibi değil. Hem çok az yağmış hem de hava nemli olmadığı için kar o kadar kuru ki ele alınca hemen yere dökülüyor. Fırça ve faraş kapıp gelmişler, karları üstüste yığıp kardanadam yapmaya çalıştılar ama ne yapabildikleri ortada.

SONUÇ: Kar yağınca evde yokmuş gibi davranacaksın. Bırakacaksın kendi kendilerine eğlensinler. Eline sıcacık kahveni alıp pencerede perde arasından izlemeyi de ihmal etmeyeceksin. Gerekirse görüntüleri kaydedeceksin. Türkiye’ye dönünce Cem Yılmaz’a satacaksın malzeme diye.