22 Ağustos 2006

.-.-...Çizdim karaladım yine..-.-...

---Ankara’da, anneannemlerdeyim----

Çizgifilmlerden bahsetmişken, bugün oturdum çizgifilmlendim.

Höh? O da ne demek?...

Şey... Bir yerlerden eskiden çok sevdiği çizgi filmlerden birkaçının bazı karakterlerinin resimlerini buldum ve baka baka çizdim. Sonra baktım siyah beyaz pek bi sevimsizler.... Taa orta okuldan kalma sulu boyalarımı buldum anneannemin evinde. Çok sevindim attırmadığım için. Yaz başında anneannemin evindeki odamı düzenlerken annem çok ısrar etmişti: “Çocuk musun yahu!? At artık şu boyaları falan! Ne bunlar böyle?!”

Güç bela kurtarmıştım boyalarımı annemin elinden. “İyi ki yapmışımııııııım” demiş Nil Karaibrahimgil. Ağzına sağlık!

Çizimlerimi paylaşayım bari dedim. Buyrun.


Şey.. yalnız... Böyle küçük görünüyor. Büyütmek için üzerine tıklamanız gerekecek...


20 Ağustos 2006

...Uyusun da büyüsün....





“Nerde bu çizgi filmler?!” dediğim sabahlardan biriydi. Ya yeterince erken kalkmamıştım ya da o kadar saçmalık ve sapkınlığa rağmen koca bir kitle tarafından izlenen ve sohbetlere malzeme olan mide bulandırıcı ‘kadın programları’ gerçekten de televizyon dünyasını esir almış, çizgi filmleri saf dışı bırakmıştı.

Son 1-2 yıldır televizyonda rastladığım çizgi filmleri düşündüm. Hiçbirinin, adını hatırlamak şöyle dursun, karakterlerinin belirgin özellikleri bile gelmedi aklıma. İzlememişim demek ki. İzleyememişim. Belki de midem kaldırmamış. O zaman düşünmüştüm işte: Benim çocukluğumdaki çizgi filmlerle bugünküler çok farklıydı. Bugün hemen hemen hepsinde savaşlar, yarışlar, teknolojik karakterler veçirkin yaratıklar varken ben karikatürize edilmiş aileler, çocuklar, ev hayvanları, şirin yaratıklar ve spor takımları (ve yakışıklı Tusubasa) ile büyümüştüm: Taş Devri, Jetgiller, HollywoodYaramazları, Şeker Kız Candy, Winnie the Pooh, Tom ve Jerry, Heidi (ki sinir olurdum ben o kıza), Varyemez Amca ve Yeğenleri, Sylvestre ve Tweety, Şirinler (evet biraz gıcıklardı ama olsun), Red Kit, Alaaddin ve Cini, DarkWingDuck, Mickey Mouse ve niceleri... Gerçi bir de Ninja Kaplumbağalar, He-Man ve She-Ra gibiler vardı. Evet onlar savaşırlardı, ama yine de çizgilerin bir çekiciliği vardı işte. Bunları düşünürken, 50sine gelmiş bir orta yaşlı gibi, “Aaaah ah! Nerde benim zamanımdaki çizgi filmler?!...” derken buldum kendimi.

Derken, iki hafta kadar önceydi sanırım, babamı Tom ve Jerry izlerken buldum. Ben de oturdum yanına, başladım izlemeye. 2. dakikadan sonra iyice sıkıntı bastı. Bilmiyorum,belki de babamla izliyor olduğum için sıkılmış, zevk alamamıştım; ama galiba artık Tom ve Jerry’nin bana ilginç gelmiyor olma olasılığı daha ağır basıyordu. Aslında belki de sadece artık ezberlemiştim ve sonunda Jerry’nin kazanacağını biliyordum. Tom ne yaparsa yapsın, ister Jerry’i kafese tıkmayı başarsın, ister onu katran ve tüye bulasın, isterse de tren raylarına bağlasın, Jerry nasılsa bir yolunu bulup kurtulacak ve sonunda Tom’a dersini verecekti. Bu Tom’un kaderiydi ve değişmeyecekti. Sonunu bildiğim bir macerayı izlemek de bana o eski hazzı vermeyecekti. Galiba büyümüştüm.

Geçen haftaydı sanırım, bu sefer de Taş Devri’ne rastladım; ama ikinci versiyona. Bambam’la Çakıl büyümüşler artık. Şu garip komşuları vardı bi de hani: Frankenstein kılıklı adam ve garip alışkanlıkları olan, hatta çamurlu böcek falan yiyen ailesi. Neydi adı o adamın yahu? Neyse... Unuttum. Ben bu versiyonu daha çok severdim. Hatta bölümün sonuna doğru Bambam, Çakıl ve genç arkadaşlarına özel bi kısım olurdu. Bize bardaktan telsiz, yağmur suyundan bilye yapmayı falan öğretirlerdi. İşte o gün bu versiyona rastladım televizyonda. Çok şaşırdım. Artık Taş Devri göstermediklerini zannediyordum. Çizgi film alminde de “uzay çağı” başlamıştı ya hani... Çok sevindim işte onu görünce. Büyük bir hevesle izlemeye koyuldum.

Ama...

Ama...

Hayal kırıklığı böyle bir şey galiba.

Bir süre sonra vücudumda karıncalar dolanmaya başladı sanki. Daraldım, bunaldım... Artık zorla seyrediyordum. İnat etmiştim sonunu getirmeye. Çocukluğumun çizgi filmiydi bu, çok özlemiştim; ama ...

Ama...

7. dakikaydı herhalde, kanal değiştirdim. Dayanamadım.

Galiba ben büyüdüm. Aaaarrrggghhhh! Hayıııııııır! Olamaaaaz! Olmamalı!!!!

Hmmm.... Aslında... Biraz daha düşününce...Hâlâ Kayıp Balık Nemo’yu her izleyişimde inanılmaz bir keyif alıyorum..

Hmmm.. Dur bi dakika... Tam büyümemişim. Ohhhhh iyi! Sevindim valla... Ay içime su serpildi. Owfff. Çok korkmuştum yahu! Resmen büyüdüm sandım! Ayyyy...Rahatladım. Sağol Nemo yaaa! Sen de olmasan... (!!!!!)




Aslında bir de Oyuncak Hikayesi var (Toy Story), hmmmm.. hiç fena değil... Ohhh tamam ya.. Hâlâ çizgi film izleyebiliyorum. Ay çok sevindim!....


....Yaşlılık....


Sanırım ölmekten değil ama yaşlanmaktan korkuyorum.

İki haftadır babaannem bizdeydi – Karamürsel’de. Perşembe günü onu evine bırakmak için onunla birlikte Ankara’ya geldim.

Bugün anneannemdeyim. Haziranda ameliyat oldu dizlerinden. Ne rahatsızlığının ne de geçirdiği operasyonun adını biliyorum, o yüzden kısaca şöyle açıklayayım: Dizlerindeki eklem boşluğunda kıkırdakların sürtünmesini engelleyen sıvıdan eser kalmamış, bu nedenle o kıkırdaklar feci şekilde aşınmış. Bu da yürürken, otururken kalkarken vs anneanneme dayanılmaz bir acı veriyordu. Ameliyatla, dizindeki bu ekleme platin protez takıldı – her iki dizine de. Felaket bir acı. Ütelik genel anestezi de yapmamışlar kadıncağıza, lokal yapmışlar yaşı ileri olduğu için. Ameliyat boyunca takır tukur kırılma biçilme sesleri dinlemiş küçük anneanneciim.

Şimdi ameliyat sonrası egzersizler yapmak zorunda. Görseniz, doktor öyle bir liste vermiş ki ben bu sağlam halimle yapamam o kadarını. Resmen 20 çeşit hareket ve her birini 100er, 150şer kere yapması isteniyor. Yani sabah kalksa, başlasa, akşama anca biter hiç durmadan. Olacak iş değil. Hareketler de oldukça zorlu. Kadıncağız bas bas bağırıyor naapsın?! Geceleri de uyuyamıyor; bu gece toplamda 2 saat anca uyudu işte 15er dakikadan...

Babaannemin durumu da sinir bozucu. Tansiyonu oldukça yüksek. Ayrıca çok evhamlı olduğu için sürekli oğullarını, torunlarını, yöneticisi olduğu apartmanın tamirat işlerini vs vs merak etmekten tansiyonu sürekli oynuyor. Ben böyle evhamlı insan görmedim: Babam check-up için Karamürsel’den Gebze’ye gidiyor – alt tarafı 1.5 saatlik yol - babaanne evde hop oturup hop kalkıyor. “Eyvah çocuğa bişey mi oldu. Ay havada çok sıcak. Ay hastanede bunalır şimdi o...” Ohooooooo. Babamın gittiği hastane de mübarek 5 yıldızlı otel gibi. Ben sırf gezme amaçlı gittim 1-2 kez babamla... Hele bir de pastanesi var... Owfff.. Ordaki kadar lezzetli vişneli çikolatalı pastayı ömr-ü hayatımda yemedim ben. Hem de kremşanti yerine muhallebi döşüyorlar arasına üstüne falan. Oyyyhh! Ay bi daha gidesim geldi bak. Şöööyle hastane bahçesinde çiçekler arasında denize karşı o pastadan yiyip çay içesim geldi vallaha!

Hmm konudan saptım sanırım, hemen geri dönüyorum!

Babaannemin bir de mide sorunu olduğu için yedikleri ona felaket sancılar ve boşaltım zorluğu olarak geri dönmekte. Üstelik pankreası da ara sıra fena saçmaladığı için babaannemin bütünüyle çiğneyip yutabildiği tek ikili, peynir-ekmek. Peynir de mümkünse keçi peyniri olmalı, çünkü diğerleri de dokunuyor. Yazık yaaaa kadıncağız böyle önüne soğandır, salatalıktır, domatestir, fasulyedir vs koyduğunda öyle bir iç çekiyor ki... Sonra dayanamayıp biraz yemeye başlıyor. Ama bunların suyunu emip posasını çıkarmak zorunda kalıyor. Bunu da sadece evde yapabildiği için biz dışarda yemek yemek istediğimizde kadıncağızın morali bozuluyor. Zor ya... Düşünsene hiçbir şeyi adam akıllı yiyemiyorsun, sadece emebiliyorsun! Olacak iş değil! Ama olmak zorunda işte.

Yaşlılık çok zor bir şey. Tamam dinç yaşlılarımız da var ama öyle olmak da zor. Yaşam boyu düzgün besleneceksin de... Spor yapacaksın da.... ohoooooo....

Çevremdeki yaşlılarda gözlemlediğim moral bozucu birkaç hususu listelemek gerekirse:

-Deri koltukta oturmaktan rahatsız olabiliyorlar.

-Dizlerini kırıp üstüne oturamayabiliyorlar.

-Merdiven çıkmak acıklı bir olay haline geliyor.

-Yokuş aşağı inerken başları dönebiliyor.

-Yemek kokusu onları rahatsız edebilyor.

-Sırtlarında durmak bilmeyen bir ağrı hissettiklerinden aynı pozisyonda fazla oturamayabiliyorlar.

-Parmakları rahat açılıp-kapanmayabilyor.

-Hava sıcaklığı normalken bile üşüyebiliyorlar.

-Ufak esintiler onlara rüzgâr etkisi yapabiliyor.

-4 saatlik bir yolculuk bile onlara fazla gelebiliyor.

-Bindikleri arabanın başka bir arabayı sollaması, korku ve endişhe nedeni halini alabiliyor.

-Elleri titrediği için ipliği ipne deliğinden geçirebilmek bir yana dursun, düzgün yazı yazmak bile zorlaşabiliyor.

-Her istediklerini yiyemeyebiliyorlar.

-Geceleri uykusuzluk çekebiliyorlar.

-Değişen dünyayı anlamakta zorlanıyorlar.

-Ayakkabı bağlamak onlar için çok zor olabiliyor. (Farketmişsinizdir, bir çoğu bağcıksız ayakkabı giyer.)

Daha çoook sayılabilir de işte şimdilik bu kadar yeter.

Kafa yapılarımız uyuşmadığından veya bana ayak uyduramadıklarından onlarla bir arada olmak beni biraz zorluyor, evet. Ama yaş itibariyle doğa ananın onlara eskisi kadar cömert davranmadığını farkettiğim için artık biraz daha anlayışlı yaklaşıyorum sanırım.

Yaa ben gerçekten korkuyorum. Yaşlı olmak gerçekten zor. Gençliğin kıymetini bilip son damlasına kadar sömürmek lazım. Gezelim, eğlenelelim, oynayalım, zıplayalım arkadaşlar! Ne duruyoruz yau???

15 Ağustos 2006

Bu üçlüye dikkat!

İlkokul 3'te Kocaeli Koleji'ne başladım. Uras'la orada tanıştım. Sınıfta çok sayıda Değirmendereli, İzmitli ve Gölcüklü vardı ama topu topu 3 tane Karamürselliydik. Uras garip bi çocuktu; ben de pek normal olmadığımdan gittim onu buldum heralde kendime arkadaş diye.

Sonra 4. sınıfta bizim servise yeni bi kız geldi. Adı Gizem. Benden sonraki duraktan biniyordu. Aynı yaştaydık. Böyle nerdeyse sarışın, çilli, çıtı-pıtı bi kız. Bi yerlerden de tanıdık geliyor... Tamam tamam! Babalarımız aynı yerde çalışıyormuş, fabrikanın etkinliklerinden göz aşinalığım var demek ki.

Nasıl bilmiyorum ama biz sıkı fıkı arkadaş olduk.

Yine de, Uras'la Gizem'in kuzen olduklarını öğrenmem 1.5 yılımı almıştı. (!)

Ve ondan sonra Uras'la görüşeceğim zaman Gizem'i, Gizem'le görüşeceğim zaman Uras'ı da çağırarak, uzun yıllar devam edecek olan 3lü bir arkadaşlığın ilk tohumlarını atmış oldum. (Ayıptır söylemesi, sayemde oldu biraz. :p )

6. sınıfta artık KOSKOCA ORTAOKULA başlamış olmanın verdiği bir rahatlıkla ailemizden izin koparmayı başarmıştık: Bisikletle sahile inme izni.

Yıl 1999... Aylardan Ağustos.

Neredeyse her gün öğlene doğru bisikletle evden çıkıp Gizemlere gidiyor, sonra onunla birlikte Uras'ı da alıp sahile devam ediyorduk. Karamürsel'i 2 kez turladıktan sonra parklarda bisiklet sürmemize izin vermeyen zabıtadan kaçmayı da başarıp bir çay bahçesine yerleşiyor, orda artık gelsin ayranlar, gelsin simitler, gelsin tavla, sohbet-muhabbet....

Sonra sahil bandında 2 tur daha. Akşamüstü saat 4 gibi seyyar mısırcılar sahile dökülürdü. Ben özellikle bir tanesinden alırdım hep mısırımı: Mahmut Amca'dan. Bir keresinde bana özel bir mısır kebap yapmıştı: Mısırı kömür ateşinde pişirdikten sonra bir kez haşlanmış mısırın suyuna daldırıp tuzlardı. Sonra 1-2 dakika daha ateşte tutar, tuzun iyice mısıra işlemesini beklerdi. O mısır kebabın tadını unutmam. Öyle yapmayınca hem kuru olur, hem de tuzsuz. Böyle ise..... Owffff! Bi de indirim yapardı bana Mahmut Amca.

Mısırdan sonra 1 saat bile geçmeden canımız dondurma çekerdi. Hemen Memo Kornet'e gidip toplam 4 top büyüklüğünde ama 8-9 çeşit dondurma alırdım ben. Kıyamazdım. Hangi lezzetten vazgeçsem, bilemezdim: Muzluyu almasam olmaz, limonsuz dondurma zaten olmaz, kavunlu da pek güzeldir, eh çikolatalıdan assla vazgeçmem, kahveli de güzel yaaaa, e bi de kayısı, sonraaaa kivi var bi de....

Sonra yine bisiklet turuna devam.

Bi keresinde sümüklü 4 çocuk peşimize takılmıştı. Hızlıca arkadamızdan gelip tekerleklerimize sürtüyorlardı falan. Gıcık şeyler. Ama iyi avladık onları: Kaçarmış gibi yaptık, hızlandıkça hızlandık.... Gözleri döndü herhalde ki onları aslında Belediye binası altındaki polis karakoluna sürüklediğimizi farkedemediler. Karakola vardığımızda kapıda duran nöbetçi memur abiye "Polis aaaabi, bunlar bizi kovalıyorlar, rahat bırakmıyorlar, hem de çimlerin üzerinde de sürüyolar!" diye şikayet ettiğimizi gördüklerinde bir kaçışları vardı ki.... Oooooowfff! Puhahahahaaaa! Yaşasın ispiyonculuk!

1-2 hafta, günaşırı birlikte zaman geçirdik. Aslında yaptığımız hep aynıydı, ama nedense kimsenin bir şikayeti yoktu. Mutluyduk.

Günlerden 16 Ağustos Salı. Ben yine Uras ve Gizem'le yaptığım "bisikletle Karamürsel" keyfinden dönmüşüm. Her şey çok güzel... Gecenin 3'ünde inanılmaz bir yer sarsıntısıyla uyandığımda artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını tahmin edememiştim belki ama bir gün büyüyüp de bisikletten otomobile terfi edeceğimizi biliyordum.


Aşağıdaki fotoğraf, benim, annemin arabasını yalnız başıma kullanma iznini kopardığım gün çekildi. Uras ve Gizem elbette ki elimdeki bu olanaktan yararlanması gereken ilk iki kişiydi ve ben de zaten ilk iş olarak Gizem'in evine sürmüştüm arabayı. Sonra da Uras'ı aldık tabii...O gece eve 11de döndüm. Evde kıyamet koptu tabii; arabayı aldığın ilk gün gecenin bi vakti mi gelinir eve be kızım?!?!