23 Mart 2006

Bu şarkılar adam olmaz....

Ne desem boş...

---------o-------
Kızıma Mektup

Canım kızım, güzel kızım,
Adı denizden gelen kızım
Büyükler dünyasına hoşgeldin!
Ne kadar içtendin biliyor musun?
Değişeceksin!


Öğreteceğiz sana okumayı, yazmayı, iyi olmayı
Ancak karşılaştırmak yok yazılanla söyleneni
Çünkü hemen farkedeceksin!


Canım kızım, güzel kızım, adı denizden gelen kızım
Koza gibi gizlenmeyi gösteririz insana
Üç beş deney yeter inan
Hele sev bir insanı;
Yetmeyecek kütüphanler falan anlatacaklarına, göreceksin!

Canım kızım, güzel kızım, adı denizden gelen kızım
Diyeceğiz sana "İnsan Hakları!"
O gün sakın açma gazeteleri
Diyeceğiz sana kardeşlikten barıştan...
Dakikada binler ölüyor açlıktan
Demeyeceğiz tabii: "En özgür, gelişmiş ülkeler en sıkı silah tüccarları"
Onu artık sen bulacaksın


Canım kızım, güzel kızım, adı denizden gelen kızım
Daha güzel bir dünya vermek isterdim sana, ancak ben de
bulmadım
Beş on şarkı yazdım sadece
Hayata yeni şarkılar lazım
Sen de öyle yap, yaşayacaksın!


Canım kızım, güzel kızım, adı denizden gelen kızım ...

Bülent Ortaçgil
('Oyuna Devam' albümünden)
Bu adam olayı çözmüş galiba....

---------o---------
Memurun Şarkısı

Pazartesi Acımasız
Pazartesi Sıkkın
Hep Aynı Şarkıyı Söylemekten Bıkkın
Bir Masanın Kenarları Gibi, Buluşmazmışız Öyle Derler
Oysa Bütün Masalarda Dört Köşe Var

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Salı, Çarşamba
Çok Uzun Salı,
Çarşamba Sonsuz
Hiçbir İşe Yaramazlar Sensiz
Bir Ağacın Yaprakları Gibi Özgürmüşüz Öyle Derler
Oysa Bütün Yapraklar Aynı Kökten Çıkarlar

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Perşembe Kadar Güzelsin
Perşembe Kadar Hızlı
Her Daim Bir Cümbüş Arasında Gizli
Bir Yıldızın Köşeleri Kadar Uzakmışız Öyle Derler
Oysa Yakından Bakınca Yıldızlar Yuvarlaktırlar

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Cumartesi, Cumartesi
Sanki Bir Kış Sonrası
Küçük Renkli Bir Sofrada, Sabah Kahvaltısı
Bir Katarın Vagonları Gibi Özelmişiz Öyle Derler
Oysa Bütün Vagonlar Aynı Rayda Gider

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Her Son Bir Umuttur
Her Başlangıç Bir Kuşku
Eğer Günlerden Pazarsa, Arife Keyfi
Bir Meyvanın Çekirdeği Gibi Atılmışız Öyle Derler
Oysa Yaşam Meyvadan Değil Çekirdekten Çıkar

Umarsız ve Umursamaz Günler
Gözlerde Bir Habersizlik Var

Bülent Ortaçgil
('Eski Defterler' albümünden)

21 Mart 2006



BABACIIIM NOOOOLUR SİGARA İÇMEEEE!

20 Mart 2006

Sorular, yanılgılar, zannetmeler, arzular ve hayal kırıklığı...


İçin içini yiyor... Ulaşmaman gerektiğini bile bile istiyorsun... Sigara gibi.

Midende durmadan çalışan o çamaşır makinesini başka türlü susturamayacağını anladığın anda sonuçlarını hiç düşünmeden saçıveriyorsun ağzından sözcükleri... Ne var ne yok boşaltıyorsun.
Gururun mu? H-ha... Aklına bile gelmiyor gururun.

Olmayacağını bir kez daha görüyorsun, ama içinden olsun istiyorsun. Gerçi "olmaması daha mı hayırlı? " sorusu içini kemiriyor; ama beynin bu kısmı reddediyor. İçindeki çamaşır makinesi, mısır patlatma makinesiyle yer değiştiriyor...

"Hayallerimin ikinci kısmına geçmeden önce patlamış mısır almalı mıyım?" diye soruyorsun. Evet canın çekiyor yağlı tuzlu patlamış mısırı; ama onun yerine sebze yesen senin için daha iyi olur, biliyorsun. Ne var ki, sinemaların önünde duyduğun türden, iradeni altüst eden o mısır kokusu çoktan aklını esir alıyor.

Ve sonra bir yazı okuyorsun. Yazıda kendini görüyorsun, boğazın düğümleniyor, boynundan yukarısı hızla ısınırken kulakların hantallaşıyor, sesler boğuklaşıyor, ılık gözyaşları döküyorsun ve ses çıkarmamak için derin bir nefes alıyorsun...

Yazıyı bir daha okuyorsun. Orda gördüğün şeyin sen olduğuna inanmak istemiyorsun, başka bir hedef arıyorsun o sözcüklerin gidip saplanması gereken. Sonra tekrar okuyorsun, tekrar, tekrar...

Bi şeyler yapmak istiyorsun, ama yanılmış olma ihtimalin bileklerini halatla bağlıyor. Kurtulmaya çalıştığında bileklerin kesiliyor, çoşarcasına kanayamıyor da, seni inleterek sızıyor kan. Ne müdehale gerektirecek kadar kan fışkırıyor, ne sorunsuz görünücek kadar acısız oluyor bu savaş. Yüzlerce soru işaretiyle başbaşa kalıyorsun.

Pusula yok. Harita yok. Yosun tutan yönüne bakabileceğin bi ağaç da yok çevrende... Geceyi de bulutlar esir almış; gökyüzünü de seçemiyorsun ki Kutup Yıldızı'na yön sorasın.

Ben bugün öğrendim ki....

Hani içinden geleni yapmalısındır ya...
Olmuyormuş...
çünkü içinden geldiği gibi davrandığında her şey senin için son derece masumca olsa bile çevrendekilerin başka anlam çıkarma yanılgısına düşmelerini engelleyemiyormuşsunsun. Müziğin tadını çıkardığında mesela.. ya da bir sohbet arkadaşı bulduğunda... gözlerini kapayıp kendini, imgelediğin o kusursuz ortamda dans eder halde bulduğunda mesela... Hemen hüküm veriliyor, damga basılıyor, heyet tarafından onaylanıyor ve sen savunmanı yapamıyorsun çünkü manzaranın senin gözünden görünen kısmı, senin sözcüklere dökebileceğin türden değil.
Ya da belki sen beceremiyorsun sözcüklere dökmeyi. Yalan olduğundan değil, beceriksizliğinden. Ya da dediğim gibi; anlatılamaz olduğundan. Bi rengi anlatmak gibi belki. Doğuştan kör birine kırmızı rengi anlatmak gibi...

14 Mart 2006

Hayallerimin ikinci yarısına geçmeden önce biraz patlamış mısır almalı mıyım?

...Kalkamadan...

Uyandın hava karanlık ya da odan ama saatini göremiyorsun belki gecenin 3ü belki sabahın 7si belki de öğlenin 12si perden siyah çünkü ve penceren küçük aslında görüdüğün onca rüyadan sonra herhalde öğlen olmuştur diyorsun ama yorgandan dışarı çıkmaya yeltenen elin öylesine üşüyor ki vazgeçiyorsun kalkmaktan ama için içini yiyor...

yatağın içinde arkanı dönüyorsun ama yeni yerin soğuk eski yerini istiyorsun tam olarak iki saniye önce yatmakta olduğun noktalara değmek istiyor vücudun ama tutturamıyorsun ısıttığın yerleri bulamıyorsun işte özellikle çıplak ayakların beğenmiyor yeni yerini çünkü sağ başparmağın yorganın altından biraz çıkarmış bile başını içeri girmek istiyor ama eklemlerin öyle tembelleşmiş ki beyninden gelen komutu umursamıyor...

Vücudunun seni umursamadığı gibi sen de hayatı umursamamayı istiyorsun birden ama imkansızlığının farkına varıp vazgeçiyorsun sonra diyorsun kendi kendine:
Kimim ben? Nerdeyim? Amacım ne? Nereye gidiyorum? Ne istiyorum? Neyim var? Neyim yok? Neyim olsun istiyorum?

Derin bir offf çekiyorsun sonra...


.

?....?.....!.....

Kendin gibi herkes için
Özlemini çektiğin
Belki de sadece
Sezdiğin
Bir yol bulmayı
İstiyorsun.

Görebildiğin,
Yeterli olmayabilir.

Yalnız kalma bu dünyada...
Yalnız kalma bu dünyada...

Nejat Yavaşoğulları

şarkıyı indirmek isterseniz: http://rapidshare.de/files/14300485/Yaln_z_Kalma_Bu_Duenyada.mp3.html

Yok olmaktan hemen önceki aşama


Hiç yok olmayacağını sanmak olabilir mi ?


...

Yazıvermişçesine

Buruk

Dudağı çatlak bir kırık cam vazo
Mavi
Sarı,
Yeşil yollara bulanmış
Bir
kar tanesi değmiş kırık dudağına
Hissetmemiş
Ama eritmiş taneyi
Tane ısınmış
Yayılmış
Akmış dudaklarından içeri
Dibe ulaşıncaya kadar
Buharlaşmış gitmiş

Ayşegül Girgin
Şubat 2006

Yazıvermişçesine

KEditör

Sokağın kör karanlığında
Bir gri kör kedi
Atsa mı adımını atmasa mı
Sondan başa ya da baştan sona
Tepeden tırnağa ya da önden arkaya
"Ne farkeder " diye düşünse mi düşünmese mi
Özlediği görmek mi,
kör olmadığını bilmek mi
Adımı atmış olmak mı
Atıp atmamayı düşünmek mi önemli olan
Hangisini seçsin bu gri kör kedi?
Yumsun mu gözlerini
Açık mı atsın yaklaşan motor sesinin önüne kendini?

Ayşegül Girgin
22.02.2006

Çocuk olmama izin verin!

Doğum günümdü...

Ankara'da oturuyorduk o zamanlar, Dikmen'de. Kuzen Serhan bizdeydi. Tabii amcamlar, babaannem, anneannem falan da...

Serhan iki yaş büyük benden.

Ben ya ikinci ya üçüncü yaş günümü kutluyorum.

Pastam çikolatalı.
Üstünde de çikolatadan bi plaka var... "Ayşegül'e mutlu yıllar!" yazıyor üstünde. (Babam okuyor bana yazıyı)Mumlar üflendikten sonra onu Serhan'la paylaşırız da yeriz diye hayalleniyorum. İlk defa görmüşüm pasatnın üstünde öyle bir şeyi ...

Mumlardan önce fotoğraf çektiriyoruz kuzenle.

Ne kadar da masum görünüyor değil mi?

Bu fotoğrafta, az sonra kendinden iki yaş küçük kuzeninin tüm dünyasını yıkacak o hareketi yapacağına dair hiçbir ipucu vermiyor değil mi?
















Evet bence de vermiyor. Her şey gülllük gülistanlık...

Ve mumları üflüyorum.A-pardon, üflüyoruz... Serhan'la birlikte.

Tam davranıyorum "Anne çikolatayı kırar mısın Serhan'la biz yiyelim?" demek için.

Ama...

ama...

Hayatımın belki de ilk kazığını yiyorum.

Bütün merakımı odakladığım o çikolata plakasını bir an Serhan'ın elinde görüyorum...

Sonra da ağzında...

Dudaklarının kenarında izi kalıyor.

Öylece kalakalıyorum.

Hareket edemiyorum.

Konuşamıyorum...

Boğazım düğümleniyor.

Birkaç damla yaş süzülüyor yanaklarımdan, sıcak.

Haykırmak istiyorum "Serhan onu birlikte yiyecektik! Neden hepsini yedin?!?! Bu benim pastam!!! "

Ama yapamıyorum.
Farkettirmemeye çalışarak gözlerimdeki yaşları siliyorum.
Annem farkediyor, "Aaaa çok ayıp, sakın ha" dercesine bi bakış atıyor kaşlarını kaldırarak.

Ve ben bir kez daha kısıtlanıyorum...

Çocuk olamıyorum.

"Anneeeee Serhan çikolatamı yediiiiiii! Ühüüüü" diyemiyorum en çocuk halimle.


(Kimse alınmasın.)

Karakalem denemelerim

Sırf yağlı boya değil, karakalem de çizebiliyorum ben yaaaa ;)

Yalnız şimdilik sadece erkekleri çizebiliyorum, kızların yüzleri fazla pürüzsüz olabiliyo, böle plastik manken gibi oluyolar ben çizince... Erkeklerin saçı sakal ilk defa bi işe yaradı ahaha rahat çizilebiliyolar!!!
(şaka şaka... bakımlı bir saç-sakal kombinasyonu bi çok açıdan ... ıııı.. kelime neydi?... "iyi"dir diyelim... sadece çizilebiliteyi artırma işlevleri yok yani... gerçi üstüne dondurma falan bulaşınca hiç çekilmiyolar ama.... yihehehe bütün erkekler paranoyak olcak biraz daha konuşursam... en iyisi siz alttaki resimlere bi bakın...)
























nasıl? benzemiş mi?

"Kızgın kumlardan serin sulara" misali...

Yurtta kalmayı seviyorum!!!

Arkadaşlarımın yakınımda olmasını seviyorum!!!
Gecenin bi vakti canım sıkıldığında, sohbet etmek istediğimde bi telefon açıp 15 dk içinde yürüyüşe çıkabilmek... Hüzünlendiğimde, sevdiğim bir arkadaşıma sıkı sıkı sarılıp ağlamak istediğimde, ellerimi tutup sıcaklığını hissettirecek arkadaşlarımın çok yakınımda olduğunu bilmek...Okulun saçma sapan işleri arasında LAYLAYLOM yapmak, kartopu oynamak, bayırdan kaymak, basket-voleybol-masatenisi-bilardo-bowling-photohunt-TABU vs oynamak, yıldızlara şarkı söylemek, Tunus'a inmek istediğimde mutluluğumu paylaşmak bir yana dursun, onu kat kat artıracak arkadaşlarımın çok yakınımda olduğunu bilmek....Çok güzel.

Sizi çok seviyorum! Keşke hep yanımda olabilseniz... ama yıllar kim bilir bizi nerelere savuracak...?!::!..

Zaman yönetimi... Ne dersen de adına.

Bir işi bitirmek, ona ayırdığın kadar zaman alır.

Lise sonda 8 saatlik okulun 40 dakikalık öğle tenefüsüne koro çalışmasını sığdırıp, akşam okuldan sonra öss zımbırtısıyla başa çıkabilmek için çagep'e de 2-3 saat verip, ondan sonra da sat 19.30da Çankayalara gidip ordaki opera çalışmasında kenidimi soprano olarak buluvermiş bi insanım ben. Gece 10.30da eve varıp, o saatten sonra yemek yiyip 12'de ödeve başlamış insanım ben. Sabaha karşı yatmış, masanın üstünde uyuyakalmış ya da hiç yatamamış....
Sayısız testi bi kenara itip bitirme tezi yazmış, group 4 projesini alnının akıyla bitirmiş, her biri en az 3 saat süren (ki 14 saat süreni biliyorum) 25 tane deney raporunu yazmış, edebiyat ve ingilizce dersleri için deli gibi roman vs okumuş, onların sunumlarını hazırlamış, ta İstanbul'a gidip TOK Conference'a katılmış, sonra yine okulda dönüp IBnin abidik gubidik işleriyle uğraşmış bi insanım ben. Benimle aynı dönemi paylaşan sınıf arkadaşlarım gibi...
O zaman bunca şeyi yapmışım da... şimdi topu topu 23 saat dersim var haftada, hiçbi şey yapmaya zaman bulamıyorum! Ödevler son aana kalıyor, spor yapamıyorum, kitap okuyamıyorum, uyuyamıyorum, bir iki karakalem çalışması dışında resim de yapamıyorum, haftasonu koro çalışmasına gidemiyorum....

Tembel mi oldum ben?

Bir işi bitirmek, ona ayrılan kadar zaman alır.

Ödev olsun mesela: 1 saatim varsa 1 saatte, 5 saatim varsa 5 saatte bitiyor. o 5 saat de şöyle: aslında 1 saatlik iş ama ben ilk 4 saati ya planlamayla ya da of çok sinir bi ödevim var diye söylenmekle geçiriyorum sanırım... ya da yine bi şeye takılmış kafam, dünya ne kadar adaletsiz bi yer diye düşünmekten işe başlayamıyorum.. olcak iş mi? olur ama işte....
kim ne derse desin, IB bana çok şey öğretti. En önemlisi de, ne kadar çok işim olursa olsun bir şekilde hepsinin altından kalkabileceğimi.

2001 yazında, bu IBnin aktivite yapma zorunluluğundan dolayı yağlı boya resim yapmaya başladım.

Nil Karaibrahimgil'in dediği gibi:
"İyi ki yapmışıııııım:)"

işte o ilk yağlı-boya tablolarım bunlar:


Öyle ki..

Ben beni bilirim,
Gel gör anlatamam,
Gir bak içerde
Hem bahar hem güz...

Sezen Aksu
(1993-Deli Kızın Türküsü albümünden)

Hamlet in George Orwell's "1984"

Lise sonda İngilizce dersi için bi yaratıcı yazma çalışması istenmişti bizden. Ben de Shakespeare'in Hamlet'i, George Orwell'ın 1984'ünde yaşasa dudaklarından neler dökülürdü acaba diye düşündüm ve bunları yazdım Hamlet'in ağzından. Shakespeare'i taklit etmeye çalıştım bir miktar; bir de Hamlet'in karakterini yansıtmaya çalıştım sözlerinde. Artık ne kadar olduysa... 1984te geçen bazı uydurma sözcükleri (örn. Miniluv) aynen kullanmak zorunda olduğum için Hamlet'in ağzına pek yakışmadı gerçi, ama artık bağışlayın...

---

Oh, this unweeded garden would be shaken
By the grating blast of the Everlasting’s breath
Or else the mere fog would beg for sunshine
As it settles down on this dark piece of human garbage
When it hears that they call it a “land”.

Oceania, fie on’t, ah fie!
What would Jesus say if he were to suffer
The endless disgust of this suffocating dust
Growing each day with the Two Minutes Hate?
Minitrue, they call it, would be shattered into pieces
Had Mnemosyne* seen them alter the past.
Ophelia, my precious,
If thou were here, mine solid soul would fail resisting
And would commit the worst of all sins.
Love, that blossoms in my wounded heart,
Would bring my end
Behind the railings of Miniluv.

O God, God, thou let my uncle take my father away
And beteem the rust of hell settle down onto this land.
The dim-faced beast, thy name is Big Brother
Now feeds the dust and blows it into
Their eyes, ears, hearts and souls
Burying them into more indifference
Drowning their conscience in the eternal clay of fear.

Nay it is not helpful, nor can my frail body
Resist it alone. But who in this mortal world
Whereon people are apathetic conformists
Can share his disgust with me, Hamlet,
And break the chains of adulation around their necks
Which were grasped years ago by that dim-faced beast?
No way, I cannot draw my sword alone.
Time will give me the plan
Of how to crack the walls of the ministries.
So I should wait till they miss one secret infirmity
That will give me the clue of when to kindle
The flame of this inevitable revenge.


Ere yet the essence of my stormy grudge
Had not started its fight against it,
They came. Oh most spy-like speed, to denounce
With such dexterity to the Thought Police.
It is not, nor it cannot come to good.
But stab, my heart – if not done yet – for I must face it.

Fear it “watcher” – or whatever thy call thyself.
From this time forth,
Thou art mine enemy.
My thoughts be bloody or nothing worth.
Hear it Big Brother!
Thy slaves chasing my thoughts can kill me,
And feed the worms with my head.
Still, even after seeing my dead head in the basket,
My cold hands be on your back.
Fear it Big Brother!
T’will be my turn to act the “watcher”
Until thine mortal spirit leaves thee
With thy pulseless creepy pelt.


* In Greek mythology, Mnemosyne was known as the godess of memory.


Ayşegül Girgin
Nisan 2004

ON DAKİKA


Lise sonda, gecenin bi vakti test kağıtlarının üzerinde uyuyakaldıığımı farkedince sinirimden yazdım bunu. Bilgsayar açıktı zaten, ellerim klavyeye öyle bir gitmiş ki.... hiç silmeden yazdım. gözlerim yarı açıkken...


ON DAKİKA

Yine satır arasında uyuyakalmışım. Bu on dakika bile yetti bir kabus görmeye. Telefonun sesiyle uyandım. Açtım, kapandı. Yetişemedim. Yine yetişemedim. Zaten bu aralar hiçbir şeye yetişemiyorum. O on beş dakikalık uyku – yoksa on dakika mıydı – belki de on beş saatlik uyanıklıktan daha çok yordu beni. Neydi? Neden deney sonuçlarım hipotezimi bir türlü doğrulamıyordu? Neyse ki rüyaydı; ama o on dakika – yoksa onbeş miydi – aklımda yine koca bir soru işareti yaratmıştı. İki saat önce yazdığım, beş dakika önce satır arasında gördüğüm rüyada uğraştığım deney raporunu bulup çıkardım. Derin bir nefes alıp rahatladım. Neyse ki doğru yazmışım. O karanlık rüya sadece kötü bir kabusmuş. Yoksa o dört saat uğraşarak yazdığım deney raporum hepten çöpe gidecekti!On dakika, beni dinlendirmekten çok, yormuştu. Ne var ki, önümde duran bir yığın testi çözmeliydim ve şıklarda hiç on dakika yoktu. Belki bir beş dakika vardır diye baktım gözlerimdeki yanmayı unutmaya çalışarak; ama boşuna, hiç beş dakika da yoktu bu testin şıklarında! Hayatımın her on dakikasını değerlendirip değerlendirmememin bana neler kazandıracağı veya benden neler götüreceği umrumda olmalıydı, hep bunu düşünmeli, ona göre hareket etmliydim; ama olmuyordu işte. Sabaha karşı dörtte yatmış, altı buçukta kalkmıştım. Gözlerim yanıyordu ve yuvalarında duran iki göz değil de birer kıkırdaklarmış gibi de sağa sola dönerken takırdıyorlarlardı sanki. Sırtımdan vücuduma giren çok hafif bir elektrik akımı, el ve ayak parmaklarımdan dışarı sızıyormuş gibi hissediyordum. Kollarım artık beynimden izinsiz kareket ediyordu. Gerektiğinde ise hiç etmiyordu. Sürekli kırılıyordu 0,5 ucum ve silgi hep istediğimden daha büyük bi alanı silip götürüyordu. Belki de bu son senemde benim hayatımdan da bir şeyler silinip gidiyordu ve ben bundan sonraki hayatımın silinmesine izin vermemek için sürekli masa başında daha fazla, daha fazla soru çözmek için çırpınıyordum. Ya benim sorunlarımı kim çözecekti? Hiç umrumda değildi aslında Ali’nin Veli’nin yaşındayken onun kardeşinden kaç kat büyük olduğu ya da sürüngenlerin iç döllenme dış gelişme yaptıkları... Belki paragrafta verilmek istenen asıl düşünceyi bulabilmem ya da yangın söndürücüde kullanılan gazın havadan ağır olması gerektiğini bilmem, şimdi ve ileride işime yarayabilirdi; ama Hardy-Weinberg ilkeleri veya verilen bir cümlede “ile” sözcüğünün edat mı bağlaç mı olarak kullanıldığını bilmem, 20 Haziran’dan sonra hiç işime yaramayacaktı. Belki Ömer’in yüz elli bin lirası vardı ve ısrarla bunun onda üçüyle defter almak istiyordu. Aklına hiç bu parayı biriktirip sinemaya gitmek gelmiyordu; çünkü onun da benim gibi 20 Haziran’a kadar sadece defter, silgi, kalem gibi şeyleri alması gerekiyordu. Bir de test kitabı tabii. Gerçi o da be n de doğalı beri defter hiç kırk beş bin lira olmamıştı, belki de o yüzden bir türlü akla sığmıyordu bu sorular. Hep daha fazla sıfır gerekiyordu defter alabilmek için. Hep daha fazla çalışmak gerekiyordu “çok net” yapmak için. Yanlışlar doğruları götürüyordu; ama doğruların yanlışları götürmesi yasaktı. Sınavda “çok net” yapmak uğruna “çok bulanık” bir hal almıştı zihnim. Zaten gelecekle ilgili plan yapmak için şöyle bir ileriyi düşündüğümde de netlik ayarı bozuluyordu hep. Bulanıktı her şey ve bir tuşa basmakla değişmiyordu objektifin ayarı. Arada bir flaş patlıyordu; ama o da sadece bugünden birkaç mutlu kare tutuşturuyordu elime. Geleceği yine göstermiyodu. Hep çocuk kalmak istiyordum. Bahçede toprakla suyu karıştırıp çamur yapmak, yandaki inşaattan işe yaramaz diye atılan kalaslardan iki tane alıp yakın bi okulun bahçesinden çakıltaşı toplayıp evin karşısındaki boş araziye bir voleybol sahası kurmak istiyordum tıpkı ilkokuldayken arkadaşlarımla yaptığım gibi. Çakıltaşlarını ince bir çizgi halinde dökerek çizmek istiyordum saha sınırlarını. Bir de evden çamaşır ipi almalıydım kalasların arasına gerip file yapabilmek için. Annem kızacaktı belki; ama o farketmeden yenisini alıp koyardım dolaba. Arkadaşım Nur gelip yine “Pisikletine bi tur pinebilir miyim?” diye sorsa keşke. “İstersen on tur bin.” desem ben de. Tek derdim saklambaçta ebe olmaktan bir türlü kurtulamamak olsa yine.Şimdilik 20 Haziran’dan önce ve sonra olmak üzere ikiye bölünmek zorunda kalmış olan hayatımı nasıl yönlendireceğimi bilemediğimden, ÖSS denemelerinde soruların yarısına doğru cevap verebildiğimi söylediğimde yüzüme “Pozitif ol, kendine güven, başarırsın.” diyenlere artık diyecek lafım yok. Ben zaten bu zamana kadar dinledim hocalarımı, yaptım ödevlerimi; ama şarkımı söylemekten de geri kalmadım. İlk sınavda olmadı, çalışıp diğerine girdim. O da olmayınca bir sonrakine... Moralimi yüksek tutup, başaracağıma inanırken sürekli düşen bir grafikle karşılaştım. Şimdi sanırım “olumlu” olmanın yanında başka şeylere de ihtiyacım var: yeterli uykuya ve uykudan sonra kalacak birkaç düzine on dakikaya. O on dakikalar, satır aralarına sıkıştırılınca hiçbir işe yaramıyorlar. Aksine, daha da yoruyorlar beni. Şöyle rahatça değerlendirebileceğim on dakikalara toplu halde ihtiyacım var bu aralar. Ancak bu şekilde devam edebilirim şarkı söylemeye. Yoksa hayat kolumdan tuttuğu gibi oturtur beni bir köşeye, kafama da karton bir huni takar, hayatı oradan seyretmeye başlarım. Etkisiz eleman olurum. Yutan elemanların eline düşer de işleme sokulursam, şıklarda hiç bulamazsınız beni. Şarkımı da duyamazsınız tabii.

Ayşegül Girgin
7 Mart 2004

Kelleler

İki kelle yanyana tam birbirlerini bulmuşlar...


Pek severim ikisini de, şimdi arka sokağıma taşındılar, elimin altında olmaları iyi oldu, istediğim zaman dövebilirim artık onları nihahaha!!!

Yazıvermişçesine

YOK

Kaybolmuşluk içinde
Saklanmaktan öte
Kendinden şüpheye düşmüş bir yer,
İçinde “boşbeyaz”.
Bulunamamak azmiyle
Bulunma arzusunun kesiştiği yerde
Bir belirsiz kör nokta,
İçinde sen.

Ve ben,
Hiçlikten çıkmışcasına
Aklından uçup gidivermişim.

Ayşegül Girgin
14.02.2006



Ben küçükken



Ben küçüken çok küçüktüm, hayatsa büyük.
Çoook büyük.










Geçmişimden bir parça, bemmmbeyaz karla kaplı 30 dönümlük bir düzlükten yansıyan güneş ışığının gözlerimi acıtması gibi acıttı içimi...Dahası var da... bende kalsın ;)

Sanki sessizmişim de...

Sanki çok sessiz sakin bi insanmışım gibi bir de blog açtım kendime.. Neyimeyse... Sanki insanlar anlattıklarımı dinlemekten bıkmamış gibi. Sanki içlerinden "yeter Ayşegül, sus artık" dediklerini bilmiyormuşum gibi... Sanki saçmaladığımı düşündüklerinin farkında değilmişim gibi.

Sanki ...sanki öyle sanmışım gibi.

Sözcüklerim dünyamın aynası olsun...