27 Şubat 2007
Kopenhag semalari
20 Şubat 2007
Türk-Dan Benzeşmesi
Diyorum ki, o kadar büyük konuşmamak lazım.
İşte Türkiye’deyken hakkında ileri geri pek bir konuştuğum; ancak buraya gelince Türklere has olmadığını farkettiğim davranışlar:
!?!?!?!?!?!?!
Alışıyorum ama artık....
6 Şubat 2007
Danca`da ogrendigim ilk kelimeler
cykler: bisiklet
2 Şubat 2007
ilk izlenimler
19 Ocak’tan beri o kadar çok şey oldu ki, her gün not tutmadığım için her şeyi hatırlayamıyorum. Ama 30 Ocak 2007 itibariyle aklıma gelenleri kısa kısa notlandırmaya çalışacağım:
1. Yaklaşık 120 tane yeni girişli uluslararası öğrenci var. 6 gruba bölündük ve aramızda kendi dilimizi konuşmamamız ve yeni insanlar tanımamız için U.’yla beni ayrı gruplara yerleştirmişler.
SONUÇ: Evet bir sürü yeni insan tanıdım, ama İngilizce konuşmaya o kadar alıştım ki 3. günden beri U.’ya bile bir şey anlatacağım zaman İngilizce başlıyorum, sonra U.’nun garip bakışlarını görünce Türkçe’ye dönüyorum. Türkçe anlatımım da zayıfladı, bu yazıyı yazarken bile zorlanıyorum; yazmadan önce aklımdaki İngilizce cümleyi Türkçe’ye çevirmeye uğraşıyorum. İlginç bir deneyim.
(Ekleme 02.02.2007) Artik U. da benimle Ingilizce konusuyor. Hatta bazen kendi kendine de...2. Bizi nerdeyse şehir dışı sayılabilecek bir yere yerleştirmişler. Tilst diye bir yer, sokağın adı Stavnsvej ve “Staunsvai” gibi okunuyor; ama taksiye veya otobüse bindiğimizde şoföre ineceğimiz yeri söylediğimizde bir türlü anlamıyor. Bir süre sonra anlamaya da çalışmıyor zaten; hoş değil.
SONUÇ:
Otobüse binmeden önce duraktakilere sorulur:
-Does this bus stop at the Aarhus School of Business?
-What?
-Aarhus School of Business.
-The Universitetet?
-Yes.
-Oh yes it does.
Otobüse binilir. Her durakta bizim okula benzer bir yer aranır, bulunamaz ve sonra şoföre sorulur:
-Does this bus stop at the Aarhus School of Business?
-Which one?
-...!?!?!?!!?....Are there others??? Oh I think this is on the “Fuglesans Allé”.
-Where???
-Fuglesans Allé.
-“Fauyens Aley?”
--No. Fuglesans.
-“Fuğlsns Aley”??
-Oh, might be. (???!!!)
No, this is the wrong bus. Take off here and take bus number 12 to Park Allé (city centre) and then take bus number 15.
ÖNEMLİ NOT: Meğerse Aarhus School of Business bizim okulun yeni adıymış. Aarhus Universitetet dedikleri büyük üniversiteyle birleşince bu ismi almış. Herkes bizim okulun adını “Handelshøjskolen” diye biliyormuş, ama tabii ki bu ismi biz söyleyince yine anlamıyorlar.
3. Güneşin aldatıcılığı hat safhada.
SONUÇ: Sabah güneş görülür, yemyeşil çimler ve kuş cıvıltıları insanı cezbeder. Uzun kollu t-shirt ve mont giyilir, güneş gözlüğü takılır, yakındaki süpermarkete gitmek üzere dışarı çıkılır. 15 dakikalık yolculuğun 10uncu dakikasında birden bulutlar ortaya çıkmakla kalmayıp bir de kararırlar. 11inci dakikada sırılsıklam olunmuştur ve esen rüzgarla kot pantolonlu bacaklara felç inmiştir, kulaklardan giren rüzgâr beyni dondurmuştur ve gözlerden yaş, burundan malûm sıvı akmaktadır. 15inci dakikada en yakın barınak olan süpermarkete varılır ve içeri girilir. 16ncı dakikada bulutlar ve yağmur yok olmuştur ve güneş pişkin pişkin sırıtmaktadır. Ve sen, iç cebindeki not kağıdının nasıl hamur haline geldiğine şaşırmaktasındır hâlâ.
ÖNEMLİ NOT: Kar yoksa kesin her gün yağmur yağıyor; ama ne zaman yağacağını tahmin etmek zor olduğundan her helükârda sırılsıklam kalınıyor. Kazak, palto, yağmurluk kâr etmiyor, kadere razı olmaktan başka bir şey gelmiyor elden. Beresiz dışarı çıkmak ise büyük hata; beyin damarlarındaki kanın donduğunu hissediyor insan. Hayır bir de buranın en sıcak kışına denk gelmişiz güya...
4. Hayretler içinde kaldım, okulun içinde, hemen girişte sağda KLUBBEN adında kocaman bir disko-bar var! Öğrenciler tarafından kurulmuş ve onlar tarafından işletiliyor. Haftaiçi Perşembe hariç her gün 17.00ye ve perşembeleri sabah 2’ye kadar açık. Evet, ders saatinde bile alkollü içki satışı var. Ama uyarıldık: “When in Rome, do as the Romans do” prensibi bir yere kadar işlemekte. Danimarkalılar gündüz hem bira içip hem derse girecek kadar sağlam kalabiliyorlar ama bu bizim için geçerli olmayabilir. Herkes haddini bilsin canım a-aaaa!....
SONUÇ: Perşembe geceleri nerdeyse bütün Aarhus gençliği Klubben’e geliyor ve içeride adım atacak yer kalmıyor. Bir de nasıl beceriyorlar bilmiyorum ama saat 8de zaten herkes yeterince alkol almış oluyor, ondan sonra gırgır-şamata derken dans pistinde iğne atsan yere düşmüyor. Ah bir de burda insanlarda bir düşme huyu var, ondan da bahsetmeden edemeyeceğim. Sandalyede oturan biri bir anda büyük bir gürültüyle yere düşüyor; ama bu yığılmak değil, kaymak değil, çok başka bir şey. Böyle sanki bir apartmanın ikinci katından yere çakılır gibi düşüyorlar. İlginç.
ÖNEMLİ NOT: Perşembe gecesi Klubben’e gidilecekse büyük bir çanta alınacak ve bir kimlik ve biraz paradan daha fazla ıvır-zıvır alınmayacak. Palto çantaya konacak ve vestiyere teslim edilecek. Öyle fotoğraf makinesiymiş, tarakmış, makyaj malzemesiymiş, mendilmiş vs alınmayacak; çünkü arada vestiyere gidip çantadan bir şey almak gerektiğinde yeniden ücret ödemek gerekmekte. Çantayı vestiyere vermeyip içeri almak da şöyle sakıncalı: Tamam kimsenin çalacağını sanmıyorum, muhtemelen ordaki insanların benden çok parası var; ama maazallah biri üstüne düşer, ezer, üstüne bira döker falan, uğraşırız sonra. Hiç gerek yok.
5. Bu olaya bayıldım: Okul sınırları içinde her noktada kablosuz ve kablolu internet mevcut. Hangisi bilgisayarına uygunsa onu kullanıyorsun.
SONUÇ: Her taraf laptop kaynamakta.
. İnsanların bira içme potansiyelleri akıl alır gibi değil. 1 litrelik suyla 50lik biranın fiyatı aynıydı galiba yanlış hatırlamıyorsam.
SONUÇ: Akşam 6’da otobüs durağına gidilir, otobüsün güzergah tablosu incelenirken arkadan bir ses, ah pardon, alkol kokusu gelir ve ardından Danca bir şeyler duyulur. Cümlede sadece Danca’da ilk öğrendiğin sözcük olan “rutebil” (otobüs) sözcüğünü seçebilirsin ve sonra anlamadığını belirtmek üzere “Excuse me?” dersin. Adam hiç şaşırmadan İngilizce’ye geçer ve otobüsün gelmek üzere olduğunu söyler. Elindeki torbayı oynattıkça içinden gelen boş şişe seslerini duyarsın ama adamnı bakışları gayet nettir, belli ki henüz limitlerini geçmemiştir. Muhabbet edince ortaya çıkar ki kendisi Greenland’den gelmiştir ve şu an için evsizdir; kalacak bir yer bulur bulmaz okula (üniversiteye) kaydolmak istemektedir. Nereye gitmek istediğini sorar, elindeki adres kağıdını gösterirsin, sana haritada oranın yerini gösterir, ve otobüs oraya yaklaştığında sana haber verebileceğini söyler. Otobüse binilir, sen emniyet olsun diye adamın yanına değil, 10 sıra önüne oturur ve ona güvenmeyip şoföre söylersin ineceğin yeri. 10 dakika sonra şoför seni çoktan unutmuştur ama vefâlı durak arkadaşın ta arkadan öne haber yollar ve inmen gerektiğini söyler. Teşekkür edip el sallar ve otobüsten inersin. Gelmeden önce Avrupalılar’ın soğuk olduğunu düşündüğünü hatırlarsın, ve bunu sorgularken gitmek istediğin adrese varmışsındır bile.
7. Türkiye’de bana da bu kadar para verecek olsalar, ben de çalışırım. Üstelik bir de ders programı o kadar müsait ki, birçok öğrenci iki işte birden çalışıyor. Başlangıç olarak, örneğin okulun bütün kantinleri, barları, kitapçıları ve kütüphanenin bir kısmı öğrenciler tarafından işletiliyor. Tamam Bilkent’te de öğrenciler okulun çeşitli yerlerinde çalışıyorlar ama hem burdakiler kadar para almıyorlar hem de yönetim onların elinde değil. Ders programım yavaş yavaş belli olmaya başlıyor ve bu gidişle haftada 3 gün dersim olacak gibi görünüyor. Geri kalan zamanda bu insanlar çalışmasınlar da ne yapsınlar? Mis gibi de ücret...
8. Arkadaş seçimi önemli. Çeşitli milletlerden insanların profillerinden kısaca bahsetmek gerekirse:
Ukrayna: Yanlış seçim. İngilizcesini anlamak için 3 kere takrarlatmak bile yetmiyor.
İspanya: Cevabı evet ya da hayır gibi kısa olacağı tahmin edilen sorular sorulduğunda bile en az 10 cümle konuşma yeteneğine sahip bir çoğu. Üstelik aksanları da her ne kadar sonra alışılsa da ilk başta insanı deli ediyor. Ama çok eğlenceli insanlar. İstediğin saatte odalarına girip çıkabilirsin, çok misafirperver keratalar
Fransa: İngilizce özürlü olmak böyle bir şey olsa gerek. Konuşmasını tek seferde anlayabildiğim 1 tane Fransız arkadaşım var sadece. O da Türk’e benziyor zaten. Diğer 5 Fransız ise çok tatlı insanlar ama bir de kolayca anlayabilsem...Hayır bir de cümlenin ortasında 30 saniye durup kelimeyi hatırlamaya çalışmaları var ki, Allah kimseye göstermesin.
İzlanda: Tek bir İzlandalı arkadaşım var, çok cici çocuk ama pek konuşkan değil.
Belçika: Çok iyiler aslen ama Danimarka’yı pis buluyorlar biraz. Ben Türkiye’yi düşündükçe deli oluyorum. Burdan daha temizi de varmış, vallaha helâl olsun.
Hollanda: Çok şekerler. İletişim kolay, matrak insanlar, yardımseverler de üstelik.
Finlandiya: Tek bir Fin arkadaşım var. Hemen samimiyet kurmadı, kaynaşmak için 4 güne ihtiyacı varmış, çözdük. Süper insan; bir de buz pistinde kayışı var, insan böyle ağzı açık bakıyor.
Hong Kong: Çok küçükler. Benim omzuma geliyor boyları. Çok konuşkanlar, İngilizceleri de oldukça güzel. Ama saat 7 dedin mi odaya kapanıyorlar, dışarı çıkarabilene aşkolsun.
Kanada: Sorun yok. Süper insanlar. Her eve lazım.
ABD: İngilizce dersi vermek pek hoşlarına gidiyor olsa gerek. Boyna bize deyim ve sokak ağzı öğretmeye çalışıyorlar. Şirinler aslında bir yerde, ama nereye kadar? Hele bir tanesi var ki, yaklaşık 1 dakikada 33 kere “like” diyor. Öyle ki, “like”larını saymaktan anlattığına konsantre olamadım.
"Oh it`s kind`a like the way like people do it in winter. Like, you wear like 5 t´shirts one on another and like one jumper on top of`em and like put on your winter coat too; but it`s not still like warm enough."
------
(ekleme 02.02.2007)
Almanya: Bolca var burda. Cok guzel Ingilizce konusuyorlar. Turklere cok aliskinlar, sasirmadim tabii. Ben birak onyargili olmalarini bekliyordum acikcasi; ama farkli davarnmiyorlar. Guzel. Ama cogu guruh halinde dolasiyor ve aralarinda Almanca konusmalari kacinilmaz oluyor. Bir de bugun farkettim, der bitince masaya vuruyolar kapi calar gibi. Daha once konusmustuk: Beatrice diye bir Alman arkadasim var. "Siz ders bitince alkislar misiniz yoksa masaya mi vurursunuz?" diye sormustu. "Biz bir sey yapmayiz." dedim. Danimarkalilar da yapmiyormus. Bugun ders bitince de Alman guruhu masa vurunca garipsedim durumu. Burayi da ev zannediyorlar ya ona bitiyorum!
-----
Danimarka: Valla daha tam çözemedim ama gördüğüm kadarıyla şöyle: Pazar günlerine dokundurmuyorlar. Neredeyse bütün dükkânlar kapalı. Süpermarketlerden bazıları açık ama akşam 5te kapanıyorlar. Cumartesileri de kapalı olan yerler oldukça fazla. Bir çoğu Danca ve İngilizce’ye ek olarak başka dilleri de konuşuyor. Bir ayakkabı tamircisine gittik 2. gün, İngilizce konuşup konuşmadığını sordum, adam resmen alındı ve Danca, İngilizce, Almanca ve Thaice konuştuğunu söyleyip benim hangi dilleri bildiğimi sordu. Ayırca Danimarkalılarla ilgili değil ama, az önce, benzin istaysonundaki markete ERİKLİ su satıldığını öğrendim!!! Ama Türkiye’de süpermarket fiyatı 30 kuruş olan yarım litrelik suyu burda yaklaşık 1.5YTLye satıyorlar.
Danimarkalılar’a yönelik izlenimlerim devam edecek...
Türkiye: Bizim okulda U.`yla benden başka Türk yok; ama şimdiye kadar 5 Türkle tanıştım. 2’si süpermarkette çalışıyor, biri bowling salonunda biri de taksi şoförü. Hepsi de Sivaslı. Konuşmadan da Türk olduklarını anlıyorsun. Üçü burada doğmuş, biri ise 6 yıldır burdaymış. Danca’yı Türkçe’den iyi konuşuyorlar
9. Cep telefonum için Danimarka’ya ait bir sim kartı aldım. Kontör hesabı işliyor ve hattı satın almanın bedeli 50DKK yani yaklaşık 12YTL. İçinde önceden yüklenmiş 25DKK’lik değerde konuşma süresi var. Internetten kontör yüklersen yurt içinde konuşma dakikada 0.39DKK, yurt dışıyla 0.79DKK ediyor. SMS ise 0.20DKK. Ancak Norveçli arkadaşların dediğine göre birini aradığında karşı taraf yanıtlamasa bile otomatik olarak 0.49DKK harcanmış oluyor. Bağlantı bedeli diyorlar buna. Hoşuma gitmedi, ama yine de Türkiye’den ucuz.
SONUÇ: Çaldırıp kapama alışkanlığımızı bırakmamız gerekecek.
10.
Bir sürü İspanyol komşumuz var. Henüz 2 tanesiyle tanışmıştık ki ikinci gün sabahın 9unda kapıyı çalıp bizi dışarı çağırdılar. Onlar İspanya’nın güneyindenmiş, ve Tony adlı arkadaş ilk defa kar görmüş hayatında, ağzı kulaklarında şakıyıp duruyordu. Kardanadam yapacaz diye tutturdular. Ama kar da elle tutulur gibi değil. Hem çok az yağmış hem de hava nemli olmadığı için kar o kadar kuru ki ele alınca hemen yere dökülüyor. Fırça ve faraş kapıp gelmişler, karları üstüste yığıp kardanadam yapmaya çalıştılar ama ne yapabildikleri ortada.
SONUÇ: Kar yağınca evde yokmuş gibi davranacaksın. Bırakacaksın kendi kendilerine eğlensinler. Eline sıcacık kahveni alıp pencerede perde arasından izlemeyi de ihmal etmeyeceksin. Gerekirse görüntüleri kaydedeceksin. Türkiye’ye dönünce Cem Yılmaz’a satacaksın malzeme diye.